Père-Lachaise’de Bir Tarihçi

Şüphesiz ki Père-Lachaise’i ziyaret eden ilk tarihçi ben değilim -kendimden tarihçi olarak bahsetmemeliyim ama dilim de politikacı demeye varmıyor. Ve Père-Lachaise’de yatan tek tarihçi Fernand Braudel değil -inşallah değildir. Ama bu hikâye tarihçilikten azad olmayı uman bir tarih mezunuyla tarihçilerin kutbunun da kutbu olan Braudel’i bir araya getiriyor. Tabii, Braudel’in bundan haberi yok. Belki de var. Ama konumuz bu değil zira ölene kadar bundan tam anlamıyla emin olamayacağım. 

Gezdiğim şehirlerdeki mezarlıkları ziyaret etmek ya da rastgele bir mezarlık yanından geçerken içine merakla bakmak bana ait bir özellik değil. Mezarlıkları ziyaret etmekten benim gibi mutlu olan kaç kişi vardır dünyada bilmiyorum ama benim tanıdığım tüm tarihçiler mezarlık gezmeyi sever. Benim tanıdığım tüm tarihçiler de dünya nüfusunda atomdaki nötron kadar yer tutuyor -belki de tutmuyor. 

Buradan tüm tarihçiler ölüleri sever anlamı çıkarabilir miyiz? Belki de. Şu an içimden nekrofili kavramını enine boyuna incelemek geçiyor ama burası akademik tartışmaların yapıldığı bir blog değil. Hem zaten ben tarihçilikten azad etmemiş miydim kendimi, bırakayım da tarihçiler aklasın kendilerini. 

Peki, ben neden gezdiğim her şehirdeki mezarlıkları ziyaret etmek için büyük bir merak duyuyorum içimde? Bilmiyorum! Bunun üzerine düşündüm. Ama bu neden kışı yahut Almancayı yahut Alper’i sevdiğimi düşünmek gibi. Ama Hristiyan dünyanın mezarlıklarını gezmeyi daha bir çok seviyorum. Çünkü heykeller var mezar taşlarını süsleyen. Heykelleri de çok seviyorum ve işini iyi yapan her heykeltıraşa büyük bir saygı besliyorum.

Öncelikle Père-Lachaise’e bir özür borçluyum çünkü onu Paris gezimin son gününe, o son günün de birkaç saatine sıkıştırdım ve yanımdaki yoldaşım Père-Lachaise’de benimle olmaması gereken biriydi. Çünkü benim taşıdığım heyecanı taşımak şöyle dursun, birkaç popüler ünlünün mezarını ziyaret edip kendini dışarı attı.

Ders 1: Mezarlıkları tarihçilerle gez.

Evet, Paris’e ikinci gidişimde Eyfel’in uzaktan göze güzel görünen yapısı ve Louvre Müzesi’nin ihtişamının gözlerimi bir süre kamaştırmasına izin verdikten sonra -Paris’i sevmemeli ve övememliyim- son günümdeki tek adresim Père-Lachaise idi. 

Paris’in şehir merkezine yakın bir yerleşim birimi olan Malakoff’taki ikametimizden yaklaşık bir buçuk saat süren metro yolculuğuyla Père-Lachaise’e vardık -birinci çoğul kullanıyorum çünkü bu yazıda okuyacağınız eylemleri bir süre iki kişi yaptık; yapmak zorunda kaldı(m)k. Hava yağmurlu ve griydi -beni tanıyanlar çoktan “Tam senlik,” dedi bile. İngilizlerin Marx’ın da yattığı Highgate Mezarlığı’nı haraca bağlamalarının aksine (2018’de 4 sterlin ödeyerek Marx dedemin mezarını görebilmiştim) Père-Lachaise şimdilik ücretsiz. Çünkü Londra’daki ücretsiz müzelerin aksine Louvre 17 Avro.

Bu yüzden elimizi kolumuzu sallayarak mezarlığa girdik. Başlangıçta tüm ünlü isimlerin hangi sokakta yattığını gösteren bir liste mevcut. Evet, mezarlık öyle büyük ki her biri numaralarla isimlendirilen sokaklara, caddelere ayrılmış durumda ve listede ne Braudel ne de bizim iki vatandaşımızın -Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney- isimleri yok. Çünkü “yeterince” ünlü değiller. Braudel bile! 

Hangi bölümde olduğunuzu gösteren sokak tabelalarından biri.

Père-Lachaise’de beni ilk olarak Çeklerin anısına dikilmiş aşağıdaki anıt selamladı. Bilirsiniz, benim için tüm yollar Çekya’ya çıkar! Ne Çekçe ne de Fransızca bildiğimden -Çekçeyi öğrenememekteki tüm ayıp benim, Fransızca için ise Fransızların- ne yazdığını anladım. Evet, anladım çünkü 1914-1918 yazan bir anıtı kim anlayamaz ki! 

Baskın bir karaktere sahip olan refakatçimin aklına uyarak önce birkaç ünlünün- tümü onun önemsediği ünlülerdi- mezarını ışık hızıyla ziyaret ettik çünkü benim gibi hayranlıkla bakmıyordu her bir mezar taşına. Ben mezarların arasında kaybolmak istiyordum. Onları uzun uzun incelemek, hayranlıkla gözlerimi alamadan saatin nasıl geçtiğinin farkında olmamak, sadece bu yemyeşil ve sanat eserleriyle çevrili mezarların arasında mekandan ve zamandan sıyrılmak istiyordum. O ise hızlıca ünlü kişilerin mezarlarını görüp çıkmak için can atıyordu. İşte bu noktada ben ayrı ayrı gezmeyi ve iki saat sonra kapının önünde buluşmayı teklif ettim.

Ve işte özgürlük… Bu devasa alanda -Google 43 hektarlık olduğunu söylüyor- ve yemyeşil ağaçlarla ve güzel mezarlarla çevrilmiş yollarda özgürdüm. Hayatta beni en çok mutlu eden aktivitelerden birini çok sevdiğim yalnızlığım, sevgili yağmur ve arada bir çıkarıp müzik dinlediğim kulaklığımla birlikte gerçekleştiriyordum.

Kulaklıkta Cem Adrian, Kül çalıyor. “Kül olur kalbindeki zamanla yana yana yana yana yana yana yana yana yana yana…”

Önce Google Maps ile yoluma devam ettim. Evet, mezarlık öyle büyük ki ziyaret edeceğim mezarlara bir süre beni Google Maps götürdü. Ama gördüğüm büyüleyici mezarlar, heykeller ve manzaralar karşısında gideceğim yeri unutup farklı yollara saptığımdan dolayı kısa bir süre sonra Maps’i kapattım.

Yağmur hafif hafif yağarken ben; sessizliğin, toprak kokusunun, her biri birer sanat eseri olan mezarların tadını çıkarıyordum. Bazen karşıma Pierre Bourdieu çıkıyordu bazense Joachim Murat. Bazen hiç adını duymadığım ama çok ünlü biriyle karşılaşıyordum, bazen mezarların güzelliğine dalıp uzun uzun seyre dalıyordum. Ölüyken bile mezarlarının üzerine bıraktıkları heykellerle yahut kelimelerle bize seslenen, bizi sarsan, düşüncelere gark eden entelektüellerle karşılaşıyordum. Arnavut kaldırımlarıyla döşeli mezarlık boyunca yeşilin, yağmurun ve sessizliğin tadını çıkarıyordum. Bir insan nasıl mezarlıkta huzur bulabilir diye sorabilirsiniz. Ben de bilmiyorum. Ölümle barışık olduğum da söylenemez. Ama ilginç bir şekilde ölülerin arasında kendimi çok rahat hissediyorum. Belki beni yargılamayacaklarını düşündüğümden veya birbirimizi her şeyin çok hızlı aktığı bu dönemde anlayabileceğimizi hissettiğimden dolayıdır kim bilir… Zaten fark ettiyseniz tüm içe dönükler mezarlıkları ziyaret etmeyi çok sever çünkü tüm tarihçiler içe dönüktür zira hayatla barışık olan dışa dönüklerin tarihle işi olmaz. Onlar bugünü ve geleceği hayal eder. İçe dönüklerse kendilerine tarihte bir zaman seçer ve orada yaşarlar. Bugünün dünyası ve zamanı onları ziyadesiyle yorar çünkü. 

Kulaklıkta Nick Cave Euthanasia çalıyor.

I look for you underneath the damp earth
I look for you in the night sky
I look for you underneath the thorn bush
I look for you in the old city
And then looking for you
I lost myself
Lost myself in time
Lost myself under the damp earth
Lost myself in the night sky
Lost myself underneath the thorn bush
Lost myself in the old city
And in losing myself, I found myself
Found myself in time…

Hem mezar taşlarına bakıp şimdiki ölülerin geçmişte nasıl insanlar olduğunu düşünmek, bir zamanlar nasıl hayatlar yaşadıklarını hayal etmek bana her zaman çok eğlenceli gelmiştir. Kabir arkadaşlarıyla toprağın altından fısıltıyla konuşuyorlarsa kim bilir ne zengin tartışmalar çıkıyordur ortaya! Balzac’ın La Fontaine ile, Comte’un Oscar Wilde ile konuştuğunu hayal etsenize! İşte ben bunları düşüne düşüne dakikalar geçti. Mezarlığın inişli çıkışlı yollarında gezerken zamanımın azaldığını ve bu başıboş gezginin başlangıçtan beri hedeflediği mezarları ziyaret etmesi gerektiğinin farkına vararak yönümü Braudel’in mezarına doğru çevirdim. 

Braudel’in mezarına gitmek için tekrar Google Maps’in yardımına başvurdum ama yine de uzun bir süre Braudel’in nerede yattığını bulamadım. Girmediğim yollar, tırmanmadığım yokuşlar kalmadı. Braudel’e yaklaştığımı sanırken uzaklaştığımı fark ediyordum her seferinde. Bu tarihçileri anlamak ne kadar zorsa mezarlarını bulmak da öyle zor diye geçiriyordum içimden. Sanki bu hayatta anlaşılmamaya yemin etmiş gibi hepsi. Nihayet yirmi dakikanın sonunda kendisini saklandığı yerde buldum. 

İşte lisans hayatımın özeti… Ne kadar da anlamlı, sade ama dikkat çekici bir mezar taşı yaptırmış kendine… Lisansta varoluş sancıları ve gelecek kaygılarıyla geçirdiğim her bir sene için birer ah çekip ve Fatiha okuyup ayrılıyorum yanından. Çünkü zamanım hızla azalıyor ve ziyaret listesi uzun. Bu sefer yönümü La Fontaine’e çeviriyorum. Kim bilir kaç yüzyıldır bu ziyareti bekliyor…

Yardımıma yine Google Maps yetişti. Fakat haritanın yönlendirmesi o kadar karışıktı ki mezarın nerede olduğunu çözeyim derken bir anda kendimi yemyeşil yapraklı çalılarla kaplı bir bölgede buldum. La Fontaine’in bu daracık geçitin arkasında yattığını düşündüğümden yoluma devam ettim ve karşıma yaşlı bir adamdan ve üç gençten oluşan bir grup çıktı. Yaşlı adam bana Fransızca bir şeyler söyledi -Fransa’daki herkes gibi o da benim Fransızca bildiğimi varsayıp benle Fransızca iletişim kurmuştu. İngilizce cevap verirken Fransızlar İngilizce bilmediğinden dolayı İngilizce bir yanıt alma ihtimalimin olduğunu düşünmemiştim. Fakat karşımdaki bu yaşlı adam benle İngilizce konuşmaya başladı. O an nasıl sevindiğimi anlatamam! Çünkü Ocak ayından beri acıyla, hayal kırıklığıyla ve yer yer ırkçı muameleye maruz kalarak Fransa’da öğrendiğim bir şey vardı: Fransa’da İngilizce iletişim kurabileceğim kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. O yüzden benim için özel ve kutlu bir andı bu. Fakat bu yaşlı adamın aksine yanındaki üç delikanlı da İngilizce konuşamıyordu. Tıpkı diğer Fransızlar gibi… 

Bana benim de onlar gibi yağmurdan kaçtığım için mi bu ağaçlarla kaplı alana geldiğimi sordu yaşlı adam. Ben de şemsiyem olduğu için yağmurdan kaçmadığımı ve buraya tamamen merakımdan dolayı geldiğimi söyledim. Sonrasında ise nereli olduğumu, Fransa’ya ne amaçla geldiğimi sordu ve kendisinin Père-Lachaise Rehberi olduğunu söyledi. Yanındaki üç genç adama mezarlığı gezdiriyordu. Bir mezarlık rehberi… İşte hayalimdeki meslek! Türk olduğumu öğrenince hemen Père-Lachaise’de yatan Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’den bahsetti. Ve bana bu mezarlığa onlar için mi geldiğimi sordu. Ben de onları da ziyaret etmek istediğimi ama buraya Braudel için geldiğimi söyledim ve işte adamı kalbinden vurdum!

Bunu duyar duymaz gözleri parladı yaşlı rehberin ve herkesin buraya La Fontaine, Balzac, Oscar Wilde gibi kişilerin mezarlarını ziyaret etmek için geldiğini fakat meslek hayatı boyunca Braudel’i ziyarete gelen kimseyle tanışmadığını anlattı heyecanlı heyecanlı. Benimle tanışmaktan ziyadesiyle memnun olmuştu. Ben de öyle. Ama zamanım azaldığından yağmur seyrekleşince yanlarından ayrıldım ve La Fontaine’in mezarına doğru yola çıktım. 

La Fontaine’in mezarına giderken önce Moliere ile karşılaştım. Gittikçe artan kalabalıktan anladım ki doğru yoldayım. Ve biraz sonra ilkokul talebelerinin ziyarete geldiği La Fontaine ile karşılaştık. Ne de olsa La Fontaine fabllarıyla meşhurdu ve Fransız öğretmenler çocuklar korkar korkusuna kapılmadan yaşları en fazla on olan bu çocukları mezarlık ziyaretine getirmişlerdi. Fransız çocuklar mı bizimkilerden daha cesur yoksa Fransızlar mı çocuklarına çok güveniyor, bilmiyorum.

La Fontaine’i ziyaret ettikten sonra yine mezarlıkta başıboş dolaşmaya karar verdim. Daha birkaç adım atmıştım ki Père-Lachaise Rehberi ile tekrar karşılaştım. Bu sefer yalnızdı ve her halinden belli oluyordu ki benimle konuşmak için can atıyordu. Mezarlığı avucunun içi gibi iyi bildiğinden gördüğü her bir mezarın kime ait olduğunu ve sakinlerinin hikâyelerini anlatıyordu. Mutluydum, çünkü Braudel sayesinde kendime bedava bir rehber bulmuştum. Hem de benim dilimden konuşuyordu. Yani; kitapları, tarihi, sosyal bilimleri, farklı kültürleri kısacası benim sevdiğim pek çok şeyi sevdiği her halinden belli oluyordu. Çünkü öyle olur, birbirine benzer ruhlar hemen kaynaşır. Aynı dili konuşanlar daha ilk dakikadan anlarlar birbirlerini. Mesela bu mezarlığa geldiğim arkadaşımla altı aylık bir dönemin sonunda gırtlak gırtlağa gelebilecek kadar birbirimize bilenmişken bu adamla daha ilk dakikadan güzel bir uyum yakaladığımızı hemen hissedebiliyordum. 

Sevgili rehberim 🖤

Bana ilk söylediği şey Braudel’in yakın bir arkadaşıyla arkadaş olduğu idi. Kendisi Braudel’le hiç tanışmamıştı ama arkadaşı sayesinde onu iyi tanıyordu. Benim Père-Lachaise’i ziyaret etme motivasyonum onu öylesine etkilemişti ki bana “Arkadaşıma bugün mezarlıkta Braudel’i ziyaret etmek isteyen genç bir kadınla tanıştığımı söyleyeceğim,” diyordu. Daha sonra Strazburg’dan geldiğimi öğrenince Alsas’ı Fransa’dan saymayan her Fransız gibi Alsas’ta her şeyin ne kadar Fransız olmadığından bahsetti. “Orada sandviçlerden tut tuvaletlere kadar her şey Almanya gibi. Eğer bir gün biz de Almanya gibi federal sisteme geçersek bağımsızlığını ilk ilan edecek bölge Alsas olacak!” 

Biz Alsas’ın ne kadar Fransız olmadığını konuşurken karşımıza Oscar Wilde çıktı. İlk dikkatimi çeken şey, Oscar Wilde’ın mezarının yarısının camla muhafaza edildiği idi. Çok şükür bu sefer yanımda rehberim vardı ve aklımı kurculayan bu soruyu daha ben sormadan cevapladı. Ne yazık  ki Oscar Wilde hayranlarının mezara renkli kalemlerle zarar vermesinden dolayı İrlanda hükümetinin mezarı cam bir muhafazayla korumaya karar verdiğini ve eğer tahribat sürerse mezarın tamamının camla çevrileceğini anlattı rehberim. Hatta benzer bir durumun Ahmet Kaya’nın başına geldiğinden de bahsetti. Birkaç sene evvel birisinin Ahmet Kaya’nın mezarına sert bir cisimle vurduğunu anlattı. Diriyken hıncımızı alamadıklarımızı mezarlarında bile rahat bırakmıyoruz, ne acı… 

Sessizliğe hiç tahammülü olmayan rehberim bu sefer de bana Paris’te o ana kadar nereleri gezdiğimi sordu. Hemen “Louvre!” dedim. Ve müzede gördüğüm heykeller ve resimler üzerine konuşmaya başladık. Ben de hepimizin hemen gözünde canlanacak Fransız bayrağını taşıyan kadın figürünün yer aldığı tabloyu restorasyonda olduğu için göremediğimi bu yüzden Louvre’u birkaç yıl sonra tekrar ziyaret etmek istediğimi söyledim. Bunu der demez “İşte o göremediğin tabloyu çizen ressam da burada yatıyor,” diyerek bana Eugène Delacroix’nın mezarını gösterdi. Böylece La Liberté guidant le peuple (Halka Yol Gösteren Özgürlük) tablosunu göremesem de en azından ressamının mezarını görerek ayrılıyordum Paris’ten.

Rehberim bana Ahmet Kaya’nın mezarına kadar eşlik edeceğini ve sonra yanımdan ayrılacağını söylediğinde aklımda ona sormak için daha kaç soru vardı bilmiyorum. O yüzden kafamı en çok kurcalayan kulübe mezarları sordum. Kapısı, kubbesi, bazen merdivenleri ve heykelleri olan, içleri değişik şekillerde süslenen bu mezarlarların genelde ailelere ait olduğunu anlamıştım ama sakinlerinin gömülüp gömülmediğinden bir türlü emin olamıyordum. Kendimce yakıldıklarına dair bir kanıya varmadan ve bunu her ortamda söylemeden önce rehberimin onayını alayım dedim. İyi ki de sormuşum! Çünkü buradakiler de tıpkı mezarlığın diğer sakinleri gibi gömülmüş.

Sohbet sohbeti açtı ve biz nihayet Ahmet Kaya’nın mezarına ulaştık. Mezarın başında Kaya’nın şarkılarını dinleyen birkaç Kürt gençle karşılaştım. Daha bismillah demeden bana sordukları ilk soru “Kürt müsünüz?” oldu. “Hayır, değilim.” İkinci soru nereli olduğum idi. “İnanın hiç sizden değilim. Ben sadece ziyarete geldim. Geldim, gördüm, gidiyorum. Yo, fotoğrafa da gerek yok. Hem zaten acelem var, rehberim bekliyor ve zamanım azalıyor.” 

Kulaklıkta Ahmet Kaya çalıyor. “Şehirlere bombalar yağardı her gece biz durmadan sevişirdik…”

Ve işte o an, sevgili rehberimle ayrılma zamanımız… Birbirimize o ana kadar hiç ismimizi sormamıştık. Vedalaşırken aynı zamanda yeniden tanıştık. İsmimi söyler söylemez, her Fransız’dan aldığım tepkiyi ondan da aldım. “Evet, sevgili rehberim, ismim Fransızca Céline ismiyle aynı şekilde telaffuz ediliyor ama Selin Türkçe bir isim. Ben ne yazık ki senin adını hatırlayamıyorum. Aslında ilk söylediğinde de pek aklımda kalmamıştı. Evet, tabii, bir gün tekrar Père-Lachaise’e gelirsem seni bulacağım. Ama ne yazık ki verdiğin kartviziti bulamıyorum. Atmadım, mutlaka bir yerlerde olmalı ama eşyalarım öyle çok yere dağılmış vaziyette ki bu dağınıklıkla nasıl başa çıkacağım bilmiyorum. Her neyse lafı çok uzattım. İkimizin de acelesi var. Kendine iyi bak, au revoir…”

O kendi yoluna gitti, ben de Yılmaz Güney’i ziyarete. Birkaç dakika sonra bu mezarlıktan ve birkaç saat içinde de Paris’ten ayrılacaktım. Uçağım beni yine Doğu Avrupa’ya götürecekti. Çekya’nın  aynı kaderi paylaştığı kuzey komşusuna, onun Krakov kentine yaz okulu için gidecektim. Krakov’u göreceğim için ayrı, ilk dönem Çekya’da birlikte okuduğum arkadaşlarımı tekrar görüp hasret gidereceğim için ayrı mutluydum.

Güney’i ziyaret etmeden ve bu yazıyı noktalamadan mezarlığın ne kadar beynelmilel olduğunu belirtmek istiyorum. Fransalı, İrlandalı, Çinli, İranlı pek çok entelektüel, öyle ya da böyle dünya tarihine adını yazdırmış olanlar şimdi burada birlikte yatıyor. Diriyken sohbet etme imkanı bulamadıklarımla ölüyken konuşabiliyorum. Gerçi konuşmalar monolog ilerliyor ama olsun.

Güney’in mezarının başında yine o Kürt gençlerle karşılaştım. Birbirimize gülümsedik ve ben çıkışa doğru yol aldım. Daha otele gidip valizimi alacaktım oradan da havalimanına gidecetim. Ama elimde fırsatım olsa bu mezarlıkta aşağıdaki banka oturup günlerimi geçirebilirdim.

Sözlerime son vermeden önce yazıyı buraya kadar sıkılmadan okuyanları tebrik ediyorum. Bu blogun en uzun yazısını yazdım. Üç saatlik mezarlık gezisini dört sayfada anlattım. Buradan lafı uzatmaktaki maharetimi anlayabilirsiniz. Bu yazıyı mezarlıkta beni en çok etkileyen iki heykelden birinin fotoğrafını koyarak noktalıyorum. Diğeri de kapaktaki görselde. Kulaklıkta Et si tu n’existais pas çalıyor.

Père-Lachaise’de Bir Tarihçi” için 10 yorum

    1. Merhaba Alper bey.
      Selin hanım ile geçenlerde konuşurken sağlığını sorarken sizden bahsetti ve Oğlum Muhammedin sizinle İstanbul’a gittiğini söylemişti Teşekkürler Alper kardeşim,Tanışmamız iyiliğe ve hayırlara vesile olur ümid ediyorum kardesim.

      Liked by 1 kişi

  1. Selam diyerek başlıyorum selin hanim
    Evet sıkılmadan okudum ve şunu söylemeliyimki bir Hıristiyan ülkenin Hıristiyan mezarlığının hikayesini anlatan bir yazıyı okuyacagimi hiç aklıma gelmedi ve gelmezdi ama sayenizde adeta okumaktan ziyade orayı gezmiş gibi hissettim çünkü resimler falan sanki gezdirdin beni oralarda
    Yalniz şunu itiraf etmeliyimki yılmaz Güney’in ve Ahmet Kaya’nın mezarlarını senin yazının sayesinde gorebilecegimi aklıma gelmezdi
    Aslında onlarin filimleri şarkıları ile üzerimizde belki de hakları vardır bir vefa borcu diye
    En azından insan Google a girip onların mezarlarını merak edip görmeli onları bir insan olarak ideolojileri bana engel olmamaliydi ama nasip işte senin bu güzel,hoş ve içten yazının vesilesiyle gorecekmişim…
    Onlara yattıkları yerde gurbet elinde sıkılmadan yatmalarini diliyorum,
    Diğerlerine gelince mesela Braudel, Balzac,Oscar Wilde ve la Fontaine gibi yabancı ünlülerin isimlerini daha önce okuduğum kitaplarda karşılaşmıştım ama burda tabi başka oldu zira mezarlarını ziyaret etmiş gibi bişey oldu🙂
    Onlarada hazır senin bloğun aracılığıyla ziyaret etmem hasebiyle bir şey demeden geçmek istemiyorum tabi bir Müslümana dua ettiğim gibi dua edemem zira hiristiyanlar ama, yinede onlara yattıkları yerde hayatta olduğu zamanki gibi ruhları ne aradiysa orada onunla karşılaşmalarını diliyorum,ve Selin hanım sanada hayatında her zaman sağlık ve güzellikler ile karşılaşmanı dileyip ayrılıyorum…
    Eğer çok konuşup sıktiysam aff ola.
    Seni en kısa zamanda aramızda sağlığına kavuşmuş olarak görmek dileğiyle..
    Hoşcakal güzel yurekli kız..

    Liked by 1 kişi

  2. Okurken o kadar kendimi orada ve bu anları yaşarken buldum ki, bu yorumu yapmadan geçemezdim: Ben de buradaydım, okudum, hissettim ve yaşadım. Kalemine sağlık kadim dostum.

    Liked by 1 kişi

  3. Bir turist rehberi adayı olarak hiç sıkılmadan okudum. Bir gün eğer gezdiğiniz yerleri anlatacak olursam hiç şüphesiz sizin anlatımlarınız bana örnek olacaktır. Emeğinize sağlık 😊

    Liked by 1 kişi

    1. Zaman ayırıp okuduğunuz ve görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederim. Yazmayı seven biri olarak böyle dönüşler almak çok teşvik edici. Meslek hayatınızda başarılar dilerim. ☺️

      Liked by 1 kişi

Elif Özen için bir cevap yazın Cevabı iptal et