2000 yılında durmadan o şarkı çalıyordu televizyonda ve radyoda:
Bugün benim doğum günüm
Hem sarhoşum hem yastayım,
Bir bar taburesi üstünde
Babamın öldüğü yaştayım
Dört yaşındaydım ve “bar taburesi”nin ne olduğunu bilmiyordum.
Yedi yaşıma geldiğimde Rapsodi İstanbul’un klibini izledim televizyonda. Klipte yer alan görüntülerin İstanbul’da olduğuna inanamadım.
On yaşımda Renkli Rüyalar Oteli’ni dinledim arkadaşımdan ödünç aldığım walkman ile. Müzik zevkime hitap eden bir şarkıydı ama “tek vücut olmak” nasıl bir şeydi, bir türlü hayal edemedim. Kimseye de soramadım.
On dört yaşımda şu satırları dinlediğimde Teoman’ın şarkısında beni anlattığını zannettim bir an:
En sevdiği renk mor olan kadın
En sevdiği kelime “asi”
İşte Teoman ile böyle tanıştım.
Çocukken, ergenken, genç bir kadınken şarkıları duygularıma tercüman olan bu rock star için böyle bir yazı kaleme alma fikri 6 Kasım 2025 tarihinde ortaya çıktı. Teoman’ı ilk kez sahnede izlediğimde.
Konser çok mu etkileyiciydi? Hayır! Teoman da etkileyici değildi. Neredeyse bütün bir konser boyunca kendine çok yakışan bir trençkot giydi. Sonra o trençkotun altından siyah bir deri ceket peyda oldu. En sevdiğim şarkılarını bile -mesela Kupa Kızı ve Sinek Valesi– berbat söyledi.
Ama muhtemelen Teoman da bu durumun farkında. Romanında Timur’un en yakın arkadaşı Volkan’a (Arkadaşı M.Ç. olduğunu düşündüğüm karakter) şunları söyletiyor çünkü:
“Çok özensizdiniz geldiğim konserde. Harbiye’de. Gittikçe daha berbat çalıyorsunuz. Dut gibiydiniz hepiniz. O gitarist Levent’i seviyorsun, biliyorum. Ama herif uçuyor sarhoşluktan. Ana riff’leri bile yanlış çaldı. Bu kadarı da ayıp artık. Ya içmesin ya da değiştir onu. İyi gitaristti o eskiden. Basla davul da senkron değil. Bas geriden geliyor hep. Herkesi kendine uydurdun. Patron sarhoş olunca, onlar niye olmasın? Hiçbiri sikine takmıyor yaptığınız işi. Ne yaptığının farkında olmayan altı kişisiniz sahnede. Uçuyorsunuz. 1970 senesinde değiliz, Woodstock’ta. Seyircinin kafası iyi değil. Gerçi sizin seyirci de umursamıyor. Onlar seni seviyor, seni görmeye geliyor. Artık neyini seviyorlarsa? Konserden başka her şeye benziyor ortam. Sen sürekli detonesin.”1
Bugün’ü ve Güzel Bir Gün’ü iyi söyledi sadece. İkisi de aynı albümden, En Güzel Hikâyem’den. En Güzel Hikâyem’i dinlendiniz mi hiç? Teoman’ın çok âşık olduğu A. İçin yazdığı bir şarkı. Ben de başka bir A.’ya âşığım.

En yakın arkadaşım Teoman’ın otuz yıldır en sadık hayranı. Ona sordum A.’yı. Kızının annesi Ayşe Kaya imiş. Sonra birden aklıma geldi: Teoman çok âşık olduğu A.’dan ve eski karısı Ayşe Kaya’dan bahsederken otobiyografisi Faso Fiso’da iki farklı üslup kullanıyordu. Öyle ki, çok âşık olduğu A.’nın kim olduğunu merak edip durdum okurken. Sonra hak verdim ona. Çoğu zaman ben de kocamın yakasına yapışıp “Sevgilimi geri ver!” demek istemiyor muyum? Kocam değişmedi, hâlâ beni çok seven o A. Ama roller değişti. Çocukken kendime bir baba arardım, şimdi bir sevgili.
Konsere gitmeden önce ilk albümlerinden başlayarak tüm şarkılarını dinledim. Ne çok albümü, ne çok şarkısı vardı, inanamadım. Çoğunu bilmiyordum. Ne güzelmiş ilk albümleri. “O” albümünden neredeyse tüm şarkıları ezberleyip Spotify’da Beğenilen Şarkılar listeme ekledim. Hatta sevdiğim şarkılarını kendi içinde puanlayıp aynı puana sahip olanları alfabetik sıraya koyup bir çalma listesi bile hazırladım.
Sonra 19 Ekim’de yayımlanan bir röportajını okudum. Ben Teoman’la sadece müzik zevkimiz ve okuduğumuz üniversite aynı sanıyordum. Meğerse duygularımız da ortakmış:
“Hayata, daha baştan, ‘büyük bir haksızlığa uğramışlık’ duygusuyla başlıyorsun. Ölümün doğal bir şey olduğunu kabul edemiyorsun: “Neden ben? Neden benim babam ölüyor? Neden bizim paramız yok? Neden annem sürekli ağır bir depresyonda? Neden bu evde bir neşe yok? Neden cıvıl cıvıl değiliz? Neden hayatım bu kadar kasvetli?” Bu duyguları dile getirmiyorsun belki ama yaşıyorsun içinde. Bütün bu kişisel dram, “Ben, hayatta kalacağım! Tek başıma ayakta durmak, güçlü olmak zorundayım!” düşüncesini doğuruyor. Ama çok güçsüzsün! Bu ikisinin arasında kalmak, insanı çok korkutan, yaralayan, onun kafasını karıştıran, ona ağır melankoli getiren bir durum! Kendini ne kadar güçlü yapmaya çalışırsan çalış, bir yerin hep çok kırılgan kalıyor!
Ben de fakir bir ailede büyüdüm. Öyle fakirdim ki çikolata, yılda iki ya da üç kez yediğim bir şeydi. Evde hep bir huzursuzluk vardı. Babam işsizdi, paramız yoktu. Babam iş bulsun diye dua ederdim okuldan eve dönerken içimden sessizce. Annemden bir şey istemeye kalmadan “Ama bizim paramız yok ki anne” derdik kardeşlerimle. Üstüne bir de hastaydım. Dünyadaki 18. ayımda bir ameliyat geçirmişim, izi vardı göğsümde. Anneme sorardım öğrenmek için. Doktorum, “Belki yaşamaz, çok küçük ve zayıf” demiş ama risk almış. Yaşamışım. İleride bir ameliyat daha geçireceğimi bilerek, çok istediğim hâlde koşmayarak, çok sevdiğim patates kızartmasını az yiyerek geçti çocukluğum.
Bunun üzerine bu adamın yazdığı tüm şarkıları dinlemeye, hatta yazdığı kitapları okumaya karar verdim. Otobiyografisi Faso Fiso’dan başladım. Sonra roman olarak yayımlanan Sayın Bay Rock Yıldızı’nı okudum. Roman bence Teoman’ın Faso Fiso’da anlatamadığı karanlık yüzünü daha da abartarak okuyucuya göstermesi. Okudukça ve dinledikçe fark ettim ki ben de aslında Teoman gibiyim. Her yanımız olmasa da çoğu yanımız birbirine benziyor. Peki “Teoman gibi olmak” ne demek?
Daha Faso Fiso’nun ilk sayfalarında bulmaya başlıyorum benzerlikleri. Misafirlere “hoş geldiniz” demeyi sevmeyen, oklava dayağı yiyen, çocukken ninesini annesinden daha çok seven, kimseden borç almaması ve vermemesi öğütlenen, kitap evlerinde pek matah bir şey sayılmasa da sürekli kitap okuyan, kedilerden korkan, dersleri iyi diye bazı hareketlerine göz yumulan, Kur’an kursuna gidip köy hayatını tadan, büyüyünce kaşını deldirmek isteyen ve özgürlüğü felsefe olarak benimseyen Teoman ve Selin.
Selin doğduğunda Teoman yirmi sekiz yaşındaydı. Bugün otuzuna basmak üzere olan Selin’den daha genç ama saatli binanın, manzaranın, orta kantinin tozunu yutmuş hatta Boğaziçi’nde Almancaya giriş dersi olan Ger101 almış bir Teoman. Benim ondan farkım Ger101’den başlayarak Almancanın, Boğaziçi’nden Göttingen’e uzanan dönemde yalnızlığımdan kaçınma yollarından biri olmasıydı. Teoman müziğe sardı, star oldu. Ben Almanca çalıştım, Göttingen’de kaldığım sürede kasiyerlerden taksicilere kadar herkesle rahatça Almanca konuştuğum bir noktaya ulaştım.
Teoman da Kundera seviyor. Roman’daki yansıması Timur da. Timur, Kundera’ya diyor ki “Belki de bakışımı o sikti gençken. Yarak Kundera. Hayatım mahvoldu bu yazarlar yüzünden. Onun da payı var bunda.”2
Kundera bana da çok şey öğretti ama ben ona küfür edemem. Hatta öldüğünde onun için bir yazı bile yazdım. Çünkü ben de yazmak istiyorum. Hayatımı yazarak kazanma değil belki ama yazarak var olma isteği bu. Yalnız benden edebi romanlar, güçlü anlatım teknikleriyle yazılmış hikâyeler beklemeyin. Ben zaten içimde barındırıyorum birden fazla karakteri başkalarını anlatmaya ihtiyacım yok ki! Belki Gospodinov’un yolundan giderim ve romanımda anlattığım kişiye Selin derim. Haydi size bir iyilik yapayım ve Selin yerine Céline yazayım ki başka biri zannedin beni. Ne fark eder? Siz sadık bir sevgili olmaya çalışırken başkalarını arzulayabilen bir karakterin kaleminden çıkanları onu taşlamadan okumaya hazır mısınız? Belki erkek olursa, evet. Ama ya “Aksın bacaklarından oluk oluk milyonlarca doğmayacak çocuklarım” dizelerini Teoman değil de bir kadın yazsa?
Çünkü “Dünyanın her yerinde, her gün bir kadının etrafını sarmış, onu taşlamaya hazır erkekler var.”3
Bugün ve her zaman Teoman’ın N’apim Tabiatım Böyle derkenki çaresizliği, mânâ arayışı ve kendini açıklama isteği var içimde. “İyi değilim. Sinirliyim, kavgacıyım, her şeye tepkiliyim, olmayacak şeyleri üstüme alınıyorum. Alınganlar kralıyım.”4 “Kızgınım her şeye ve bütün gün evde ağlıyorum.”5
Yalnızlığı seven, günde en az birkaç saat yalnız kalmaya ihtiyaç duyan, kimseyle görüşmek ve konuşmak istemeyip zihnini bir şeylerle meşgul etmeye çalışan ama kendiyle kaldığında da düşüncelerinden korkan iki ayrı kişi. Ancak hayatımın bir döneminde öyle çok yalnız kalmıştım ki bir süredir düşünmemek ve kendimle kalmamak için değiştirdim yöntemimi. Bu yüzden, devlet tiyatrolarındaki bütün oyunları izleyip bitirdim, sık sık partiledim; operaya bile gittim. Yalnızlığımdan kaçtığım yerlerde de yalnızım ama en azından kalabalıklar içinde zaman geçiyor.
“Hayal kırıklığım kendimle ilgili değil, dünyayla ilgili. Dünya da sandığım gibi bir yer değilmiş, benim problemim bu. Dünya dediğin 3-5 arkadaşınmış meğer…“6
Sulu gözün tekiyim ben de sayın bay rock yıldızımız gibi. Çatılarda ağlarım, güneş gözlüğümü takıp toplu taşıma araçlarında, tek başıma yemek yerken bir restaurant’ın en tenha köşesinde. Sadece garsonlar fark eder göz yaşlarımı. Merhametli bir bakışla peçete uzatırlar. Ben yazarım. Yazarak kurtulurum göğsümde şişerek beni boğan duygulardan.
Ben de anı yaşayabilen biri değilim. Aklım ya yapacağım gündelik işlerdedir ya da geçmişte hâlâ kapatamadığım duygularımda. 2016 yılındaki röportajında artık gelecek onu ilgilendirmediği için sadece geçmişle uğraştığını söylüyor. Benim için de geleceğin bir önemi yok bir süredir. Beş yıl önce bugünlerde yaptığım ve yaşadığım hiçbir şeyi ne planlamış ne düşünmüştüm. Şimdi, beş yıl sonrasını mı düşüneyim? Hayatın tek bir anla nasıl değiştiğini tecrübe etmekle geçti dünyadaki üçüncü on yılım. Neyin hayâlini kurayım? Yazmak dışında hiçbir şey çekici gelmiyor ki! Teoman’ın Tuzak bunlar diyerek dikkat çektiği yola çoktan girdim ve çok korkuyorum Terlemeden Sevişenler’de anlattığı kişilerden biri olacağım diye:
“Bazı insanlar var kalplerini dinlemiyorlar; ya ailelerini dinliyorlar ya da bu iş böyle olur zaten diyorlar. Yaşımız geldi, evlenip yeni televizyon çıkmış onu almak lazım, şunu yapmak lazım diye başkaları tarafından karar verilen hayatları yaşıyorlar. Bu tip insanlar evleniyorlar, uyku vakti geldiğinde televizyonu kapatıp “Hadi hayatım içeri geçelim” diyor, sonra da “E biz evliyiz, birkaç gündür de sevişmedik, sevişmemiz lazım” deyip sevişiyorlar.”7
Terlemeden Sevişenler’i ezberleyene kadar tekrar tekrar dinlerken hep düşündüm: Ya ben de onlardan biriysem? Ama her seferinde kalçalarımdan başlayarak boyunuma doğru yükselen ateşi, kontrolümü kaybetmeme neden olduğu için bir yandan kurtulmak isteyip bir yandan sonsuza kadar devam etmesini dilediğim hazzı nereye koyacağım? Evlilik kurumunun kontrol altına almak istediği cinselliğini kocasına olan sadakatinden sıyrılarak yaşamaya cesaret eden Bihter’i kucaklamayıp da ne yapacağım? Bihter’i anladığımı söylediğimde tepki gösterenleri, bir kadını taşlamaya hazır olanları boşverip yoluma devam ettim ve Halil Vedad’ın hikâyesini araştırırken onu benim gibi kucaklayan bir yazarın şu cümlelerini okudum: “Kim bilir kaç kişi, kadın ve erkek, beraberlikleri için ne hüzünler, ne uzaklıklar sezmişken susmuşlar; kim bilir kaç kişi cinsel hayatlarında aradıkları hiçbir şeyi bulamamışken, yatak odasındaki içsel yıkımı her defasında yadsımışlardı… Bihter söylüyor, en azından öz varlığını itiraf ediyordu.” 8
Belki Bihter’i ve onu anlamaya çalışanları taşlamaya hazır olanlar Teoman’ın “Biz büyür dünya değişirken birbirimizi düşünüp başkalarıyla sevişirken” dediği gibi bir şey yaşayıp söylemeye cesaret edemiyorlardır.
Ben Bugün’ün enstrümantal bölümünü dinleyerek sonsuza dek terleyerek sevişmek istiyorum A.’yla.
Neyse ki Teoman kadınları anlamaya çalışan erkeklerden. Öyle ki İstanbul Üniversitesi’ndeki Kadın Araştırmaları programında yüksek lisans yapmaya başlayıp Çizgi Romanda Kadın üzerine bir tez yazmaya niyetlenmiş. Zannediyorum bu sıralarda Güney Kampüs’e transkript almaya gelmiş olacak ki sonrasında Boğaziçi’nde hocam olacak bir öğrenci onu öğrenci işlerinden çıkarken görmüş. 1998 yılında yüksek lisans macerasını şöyle anlatıyor:
“Bizim üzerine hiç düşünmediğimiz bir alan kadın olmak. Kadınlar neler hissediyor veya kadının konumu ne olmuş? Çünkü biz doğduğumuz günden beri annemizin prensleriyiz. Şu anda da toplumda zaten skala içerisinde daha pozitif bir yerimiz var. Ama anlamaya çalışmak da lazım, dünyanın yüzde 50’sini oluşturan kadınlar hayata ve olaylara hangi perspektiften bakıyor.”9
Başka bir ortak yanımız: depresyona meyilli olmak ve melankoli. Bundan en çok kocam rahatsız. Beni mutlu etmeye çalıştığı zamanlarda birkaç dakika sonra yüzümü kaplayan acıyı fark edip “Neden seni mutlu edemiyorum?” diyerek kendini suçlar durur. Ben de kızarım ona “Mutluluk borcum yok kimseye” derim. Mutlu, huzurlu olmak isterim ama başaramam. Enerjimi yükselten birkaç kişi vardır, birkaç an. Geri kalan zamanda düşünür dururum. Yürümek iyi geldiği için Avrupa’dayken saatlerce dışarıda avare avare yürürdüm. İstanbul’da bunu yapmak zor, yürüyecek bir yer yok. Varsa da kalabalık ve bu şehirde hava daima kirli. O yüzden plajda şemsiyenin altına uzanıp dergi okurken ayakları kumlanan Teoman’ın rahatsızlığını anlarım. Sürekli problem bulur, bardağa boş tarafından bakarım.
Ama günün sonunda ben de şunları düşünmeden edemem: “İnançla inançsızlık arasında sürekli dolaşıyorum. Sonsuzluk kavramı beni korkutuyor, 5 milyon yıl içinde benim 30 senelik ömrüm nedir ki? Ayrıca bu ömrü 6 milyar insanla10paylaşıyorum. Ben kimim o sonsuzluk içinde? O kadar önemsizsem mutsuzluğum niye var?“11
İntihar mektubumda “Güzel bir gün ölmek için” yazacak derim hep ama ödleğin tekiyimdir, bitsin diye bitiremem ben de.
Çünkü “acelem ne?
olacaklar olacak
bir gün nasılsa
yaşa!
hâlâ
yaşa!
seni sevenler var burada
hâlâ”
- Sayın Bay Rock Yıldızı, Teoman (İstanbul: Doğan Kitap, 2024), 142–143. ↩︎
- Sayın Bay Rock Yıldızı, 319. ↩︎
- Kızın Hikayesi, Annie Ernaux (İstanbul: Can Yayınları, 2023), 61. ↩︎
- Faso Fiso, Teoman (İstanbul: Doğan Kitap, 2024), 127. ↩︎
- Faso Fiso, 230. ↩︎
- Faso Fiso, 215. ↩︎
- Faso Fiso, 213-214. ↩︎
- Kırık Deniz Kabukları, Selim İleri (İstanbul: Everest Yayınları, 2023), 34. ↩︎
- Faso Fiso, 155. ↩︎
- Röportajın yapıldığı 2001 yılında dünya nüfusu 6 milyarı geçmiş. ↩︎
- Faso Fiso, 230. ↩︎
Çarpıcı
BeğenBeğen