Sofya, aklımda hiç yokken rotama dahil olan bir şehir oldu. Her şey bir Haziran günü başladı. Apar topar vizeye başvurdum ve birkaç gün içinde yaklaşık bir yıl aradan sonra tekrar Avrupa’ya giriş hakkını elde ettim. Hem de bir sene boyunca.
Başka diyarlara gitmek için bir an evvel bir zamanlar büyük dedemin doğduğu topraklara hiç olmazsa bir günlüğüne gitmek mecburiyeti hasıl olunca Avrupa’yı yalnız gezmekten bir hayli sıkıldığım için sevdiğim birine benimle gelmesini teklif ettim. Ve ret cevabı aldım.
Üzülmek ve ucuz bilet bulmak için kendime yeterince zaman tanıdım. Ve adını bir Yunan tanrısından alan hava yolu şirketinin kampanyasıyla Sofya’ya gidiş-dönüş yaklaşık 2400 TL’ye bilet buldum. Otel rezervasyonunu yapınca da geriye bir tek beklemek kaldı.
Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken hüzünler yerini hayallere bıraktı. Nihayet Sofya’ya gitmeme birkaç gün kaldı. Ancak benim içimde ne bir heves ne bir heyecan vardı. Sofya ziyaretini adeta yapmak istemediğim ama yapmak zorunda olduğum bir görev telakki ettim. Zira yeterince Avrupa şehri gezdikten sonra gidilen bütün şehirler birbirinin aynısı oluyor, aynı marketler geziliyor, aynı yemekler yenilip aynı içkiler içiliyor. Hele bir de yalnızlık işin içine girince insan bir an evvel sevdiklerinin yanına koşmak istiyor. Tabii Sofya’nın pek cazip bir destinasyon olmadığını unutmamak gerek.
Uçağa biner binmez yazmaya başlıyorum. Haftalardır elime almadığım günceme hislerimi işliyorum. Bazen gözlerim doluyor, bazen düşünceli düşünceli uçağın bir köşesine bakıyor, hafifçe gülümsüyorum. Ama mütemadiyen yazıyorum. Sofya’ya gidiş bir saat sürüyor. Bir saat, birike birike yüreğimi ağırlaştıran duyguları yazmaya yeter mi ki?
Sofya’ya inerken şehrin dağlarını görüp, dağları olan şehirleri ne çok sevdiğim geliyor aklıma. Havalimanında pasaport kontrolü yapan polisin Sofya’da sadece bir gün kalacak olmama şaşırmasına şaşırdıktan sonra şehrin haritasını zihnime kazıyor otele doğru yola çıkıyorum.
Metroda dikkatimi çeken ilk şey bilet almak zorunda olmayıp ödemeyi kredi kartından yapabilmek oluyor. Bir Avrupa şehri için zamanın ötesinde bir uygulama. Anlaşılan o ki, Sofya Belediye Başkanı Vasil Terziev çalışıyor.
İnternet paketim olmadığı için tamamen haritadan zihnimde kalanlarla yolumu bulmaya çalışıyorum. Neyse ki herhangi bir Avrupa şehri İstanbul kadar karmaşık değil ve yön bulma konusunda pek fena sayılmam. Bir de saatim bana “Weltreisender”*1 hitabıyla bildirim gönderiyor. Daha ne olsun!



Metrodan çıkıp otele geliyorum. Dilim damağım susuzluktan kurumuş vaziyette. Ancak inatla suyu pahalıya almamak için bir süre daha susuz kalmayı göze alıyorum. Şehir merkezine doğru yürürken Sofya’yı bir Avrupa şehri yapan o detayı fark edip biraz hayıflanıyorum: Araçların yolda park yerinin olması ve nizami şekilde park edilen araçlar. Bu tabloyu İstanbul’da pek göremediğimden AB’ye girsek bizim de böyle düzenli sokaklarımız olacak mı diye düşünüyorum. Bir cevap bulması zor. Ne biz AB’ye gireceğiz ne onlar bizi alacak. Bir Bulgaristan kadar olamadık deyip suçu kendimizde arayanlardan değilim. Zira bence Bulgaristan da AB üyesi olmamalıydı. Ancak büyük bir abla öyle olmasını istedi.
Politik mesajımı da verdiğime göre asıl konuma dönebilirim. Ne diyordum? Sokaklar! Elektrikli otobüsler, eski apartmanlar ve duvar yazılarıyla dolu sokaklar. Biraz kırık dökük ve ıssızlar. Halbuki şehir merkezi otelden yürüyerek altı dakika. Bir yanımda uzanan dağlar diğer yanımda Vitosha Bulvarı. Bir nevi bizim İstiklal Caddesi. Kalabalık ve canlı. Mağazalar, cafeler, restoranlar, benim şansıma mı bilinmez seyyar kitapçılar… Bulgarca bilmek şöyle dursun Kiril alfabesinden ayırt edebildiğim tek bir harf bile olmadığı için kitapçıları ve para harcamak istemediğim için mağazaları es geçiyorum. Zira benim amacım başka: Lidl, Billa, DM gibi mağazaları bulmak, ucuza yemek yemek ve kafeine ulaşmak. Lidl yolunda Türkiye’deki birkaç markanın mağazasını görüp, nargile tabelalarına rastladıktan sonra bildiğim ürünlerin satıldığı zincir markete ulaşıyorum. Bulgaristan, 1 Ocak 2026 itibariyle avro kullanmaya başlayacağından fiyatların hem leva hem avro cinsinden yazılması ve pahalılık dikkatimi çekiyor. Şahsi kanaatim hata ettikleri yönünde. Avro’ya geçip mutlu olan hiçbir halk görmedim.






Suyu kana kana içip ilk bulduğum ve bildiğim bir markaya ait -Starbucks değil- kafein merkezine oturuyorum. Kahvemi içip Alperman’i ve bir arkadaşımı arayıp ardından Vitosha Bulvarı boyunca yürüyorum. Yollar bitmek bilmiyor; ilginç dükkanlar, masaları ve sandalyeleri bulvara taşan mekanlar gözüme çarpıyor. Bir zamanlar Lofça’dan, Sofya’dan göçen dedelerimin değil ama genç Mustafa Kemal’in bu bulvarda yürüdüğünü düşünüyorum. Henüz imparatorluk ayakta. Sahi, Lofça bizim şu Balkan Ağı’na üye mi?
Adalet Sarayı’nın yanında geçip yeşil kubbeli kiliseye doğru ilerlerken ünlü Alexander Nevsky Katedrali’ne geldiğimi düşünüyorum ve içeri giriyorum. İçeride beni bir vaftiz töreni karşılıyor. Daha önce hiç şahit olmadığım bu töreni bir turist gibi uzaktan izlemek yerine arkadalarda boş bir sandalyeye oturuyorum ve neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Neyse ki bu konuda yalnız değilim. Meraklı ve sulu gözlerle etrafa bakıp durmadan annesine sarılan gözlüklü küçük bey de benim gibi. Papazın teşvikiyle ayağa kalkıyorum. Belli bir süre ayakta kaldıktan sonra herkes oturunca ben de oturuyorum. Bu kadar ünlü bir katedralde halka açık törenlerin yapılmasına şaşırıyor ardından katedrali incelemeye başlıyorum. Her şey büyüleyici. Ancak içerideki aydınlatma öyle kötü ki hiçbir kare bırakmıyor geriye. Katedralden çıkıp ilerliyorum.



Tam karşımda bir cami görüyorum. Bu Sofya’da ibadete açık tek cami olan Banya Başı Camii olmalı. Camiye ilerlerken aklımdan ilk kez şu düşünceler geçiyor: Buralar bizimdi. Büyük dedem burada doğmuştu. Bulgaristan’la aramda iki kuşak vardı. Sadece iki kuşakta farklılaştık birbirimizden. Sadece yüz yıldır var bu dünya düzeni. Sadece otuz yıldır var bu Schengenraum.2 Derken bir protesto sesi yükseliyor sağ taraftan. Kafamı çevirir çevirmez gözlerimi kamaştırıyor karşımda duran binalar.
Sofya’da protesto gördüğüme mi sevineyim yoksa böylesine güzel binalara rast geldiğime mi? Elbet Mustafa Kemal de görmüştü bu mimari harikaları. Benimkinden daha genç bir yaşta. Protestoları anlamaya çalışıyorum ama nafile. Hiç benzer mi Slav dili Latin dilinden türemiş Fransızcaya? 8 Mart’ta Strazburg’da Fransız kadınlarla “So-, So-, Solidarité, avec la femme, partout et toujours!” derken çekmediğim yabancılığı burada çekiyorum. Yine de hoşuma gidiyor. Fotoğraf çekiyor, gösteriyi videoya alıyorum.



Protestolardan sıkılıp camiye doğru giderken 2010 yılında metro inşaatı sırasında keşfedilmiş 4. yüzyıldan kalma Antik Serdika Kompleks’i karşılıyor beni. Etrafında dolaşıp pek de bilgilendirici olmayan İngilizce yazıları okuyup anlamaya çalışıyorum. Binlerce yıldır ayakta kalmaya çalışan bu yapı aklımı başımdan almadı desem yalan olur. Romalılar hakikaten gittikleri her yerde günümüze ve belki yüzlerce, binlerce yıl sürecek bir geleceğe imza atmışlar. İşte Atamın görmediği bir şey. O Sofya’da yürürken burası derin bir uykuya dalmış, keşfedileceği günü bekliyordu. Bu yüzden bugün burayı iki kişi için daha geziyorum: Genç Mustafa Kemal ve benim doğmama vesile olan ama Sofya’ya hiç adım atmamış köylü büyük dedem.



Banya Başı Camii’ne giderken ezan sesini duyuyorum. İşte, Sofya’yı diğer Avrupa şehirlerinden farklı kılan bu. Burası Balkanlar. Batı Avrupa’dan uzak ama inançça onlara benzeyen, kültürce bize meyleden, Türkiye’den her daim etkilenen topraklar. Pek sade bir mimariye sahip olan bu caminin içinde birçok ırktan insan namaza durmuş. Küçük avlusunda birkaç Türk oturup sohbet etmekte. Arkasında yeşil bir alan ve Sofya Tarih Müzesi var. Eski bir kaplıca mekanı olan bu güzel bina, bir zamanlar hamam olarak da kullanılmış. Şimdi üstünden uçaklar geçiyor. Havalimanının hangi yönde kaldığını da öğrenmiş oluyorum böylece.



Hem yorulduğum hem de karnım acıktığı için günü noktalamak amacıyla Alexander Nevsky Katedrali olarak düşündüğüm yapının yanında yer alan Happy isimli zincir restorana oturup arkadaşlarımın çok bahsettiği o ucuz yemeklerden yemek istiyorum. Yunan yemekleriyle dolu menüden karnımı doyuracak bir balık, susuzluğumu giderecek bir bira ve ucuz olduğu için suşi sipariş ediyorum. Tam yemek yerken şu protestocular geçiyor restoranın önünden. Ben yerimden kalkmaya çekinerek ancak onların geçişini uzaktan izliyorum. Oysa video çekmeyi ne çok isterdim. Onları izlerken bir bildirim geliyor telefonuma: Sofya’da avro karşıtı protestolar. Böylece öğreniyorum neyi protesto ettiklerini. Ancak protesto eden Rusya yanlısı parti. Rus yanlısı partinin protestosuna hayran kaldığıma mı üzüleyim yoksa yaptıkları protestoya hak vermeme mi? Aşırı sağ ile ortak bir zemin bulmak… Tüm sosyal demokratlarla paylaştığım ortak bir kaygı ne de olsa.
Yemeğimi bitirdiğimde saat daha akşam yedi bile değil. Ancak ben öyle yorgun, öyle uykusuzum ki… Başım ağrıyor şiddetle. Uyku istiyor bedenim. Nabzım 120’den aşağı inmiyor. Saatim kalp atışımı ölçtükçe ağlamaklı oluyorum. İyi olmak şimdi çok uzak bir hayal. Ölüm kendini hatırlatmakta daha yüzme bilmeden, hiç güneşte yanmadan, onla sarhoş olmadan ve hiç sevişmeden…
Yavaş yavaş, ağır ağır yürüyorum. Sofya’da şu ana kadar hiç fotoğrafım olamadığını düşünüp kendi fotoğrafımı çekiyorum. Bir hediyelik eşya dükkanına giriyorum. Babaannemin köydeki kerpiç evine mi geldim acaba? Aynı nakışlar, aynı renkler… Biraz alışveriş yapmak için Lidl’a doğru yola çıkıyorum. Gördüğüm güzel binaları fotoğraflayarak yoluma devam ediyor, Lidl’dan hep planladığım gibi Pringles ve çerez alıyorum. Otele dönerken hava yeni kararmış. Şehir merkezi aynı canlılığını korurken merkezden uzaklaşır uzaklaşmaz tenhalaşıyor her yer. Duş alıp annemi arıyorum. Ne de olsa Sofya’da saat İstanbul’dakiyle aynı. Biraz kitap okumaya ya da uçakta yarım kalan güncemi tamamlamaya takatim yok. Uyuyorum Sofya’da her şeyin farklı olabilme ihtimalini düşleyerek…



Sabah uyandığımda Sofya’da gezip görmek istediğim her yeri tamamladığımı düşünüyor, uçağa binene kadar görmem gereken başka bir yer var mı diye internete bakıyorum. Ve dün Alexander Nevsky Katedrali diye ziyaret ettiğim katedralin Aziz Nedelya Katedrali olduğunu öğreniyorum. O an kendimi İstanbul’da gördüğü ilk büyük ve güzel camiye Ayasofya diyen turist gibi hissediyor, halime acıyorum. Ve kahvaltımı börekle yapıyorum.
Otelden çıkmadan önce Alexander Nevsky Katedrali’nin lokasyonunu zihnime kodluyor ve yürümeye başlıyorum. Ulusal Tiyatro ve Film Sanatları Akademisi’nin önünden geçip Ivan Vazov Tiyatro Binası’nın güzelliğini seyredip heykellerini inceliyorum.
Mütemadiyen yürümeye devam edince karşıma Aziz George Rotundası çıkıyor. 4. yüzyılda Roma İmparatoru Konstantin zamanında inşa edilen bu yapının güzelliği ve zamana direnci karşısında büyüleniyorum. Ayasofya’dan daha eski bir eser gördüğüme seviniyor ve sırasıyla tapınak, kilise, cami ve kilise olarak kullanılan bu yapının içinde yer alan İsa figürlerini seyredip pazar ayinini dinliyorum. Fotoğraf çekmek yasak olduğundan her bir ayrıntıyı zihnime kaydetmeye çalışıyorum.






Eğitim Bakanlığı’nın önünden geçerken dün protestoların olduğu meydana varıyorum. Dünkü kalabalığın Bulgaristan Merkez Bankası’nı protesto ettiğini anlıyorum. Nabzım 140’a ulaşınca bir kaldırıma çöküyorum. Bugünü çabucak bitirerek bu şehirden bir an evvel gitmek istiyorum. Karşıda güzel bir park görüp biraz soluklanmak için oturuyorum. Bankta otururken bir katedralin göğe yükselen kubbesini görüyorum. “Bu,” diyorum, “Kesinlikle Alexander Nevsky Katedrali olmalı.” Oraya doğru yola koyulunca anlıyorum tekrar yanıldığımı. Aziz Nikolay Mucize Yaratan Kilisesi’ne geldiğimi öğreniyorum. Kilisede kullanılan mor renk, Bizans’ı hatırlatıyor. Ama Kilise’den çıkınca karşımda kalan binayı görür görmez tanıyorum: Genç Mustafa Kemal’in Sofya’da yeniçeri kıyafetiyle baloya katıldığı askeri kulüp burası. Bulgar ordusuna mensup olmadığımdam ziyaret iznim reddediliyor. Askeri kulübün önünde görücüye çıkarılan eski araçlara da ilgi duymadığımdan bu sefer gerçekten Alexander Nevsky Katedrali’ne doğru çeviriyorum yönümü. Öğle çanını duyunca anlıyorum Sofya’dan ayrılma zamanının yaklaştığını.






Bu ünlü Katedral büyükçe bir meydanda ziyaretçilerini ağırlarken benim ilgimi yapının kendisinden daha çok mum yakmak için sıraya giren başörtülü kadınlar çekiyor. Görmek için epey uğraşmama rağmen bir Rus kilisesini andıran bu yapıdan ziyade Sofya’ya adını veren Aziz Sofya Bazilikası’na çeviriyorum yönümü. Bazilika’da başka bir vaftiz töreniyle karşılaşıp Sofya’da sonbaharın bebekleri vaftiz etme mevsimi olup olmadığını düşünüyorum. Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu bilmeden bu yapıyı fotoğraflarken yaşlı bir kadından Bulgarca azar yediğimi herkesin bana bakmasıyla fark ediyorum. İngilizce “Ne dediğini anlamıyorum” desem de nafile. Susmuyor, Bazilika’dan çıkıncaya kadar azarlamaya devam ediyor. Bunun üzerine, Sofya’da daha fazla gezmek istemiyor, acıkan karnımı doyurmak için Happy’e gidiyorum. Mikanos isimli kokteyli içip yemeğimi yedikten sonra soluğu kahvecide alıyor, Sardinya’ya özgü bir tatlıyı denemeye karar veriyor ve ilk ısırıkla büyük bir pişmanlık duyuyorum.






Sofya’da son saatlerimde biraz alışveriş yapmak için DM ve Lidl’a giderken pazar gününü şarap ve bira içerek geçiren insanlara özeniyorum. Zira güneşli bir sonbahar gününde arkadaşlarımla sosyalleşirken beyaz şarap yudumlamak için değişmesi gereken ne çok şey var güzel ülkemde.
Son olarak Şehir Kütüphanesi’ni görerek veda ettiğim bu şehirde havaalanına doğru ilerlerken avroya geçişi duyuran kaç pano gördüm, hesaplayamıyorum. Havalimanından son olarak Mavrud üzümünden üretilen bir şarap alıp güncemi yazmaya devam ediyorum. Avrupa’da yalnız gezdiğim şehirler listesine bir yenisini daha eklemenin hüznü çöküyor gözlerime, bir an önce eve gitmek istiyorum.


