Olomouc 102

“Yurt dışındayken hayatı sevmek kolaydır. Kimsenin sizi tanımadığı bir ülkede, hayatınızı kendi ellerinizde tutarsınız, yaşamınızı başka hiçbir dönemde olmadığı kadar kendiniz kontrol edersiniz.”

-Hannah Arendt

Yurt dışı… Bu kelime hayatımın bir noktasında bitişik yazılıyor olmalı, çünkü hala ayrı yazmakta zorlanıyorum. Bu kelimenin yanlış ya da doğru yazımıyla ilgili başvurabileceğim tek yer şu anda yazdıklarımı kontrol eden Pages. O yanlış diyor, o zaman ayrı yazılmalı. 

İki yıl önce bugünlerde kafamdaki tüm olumsuzluklardan kurtuldum. Korktuğum tek şey beni bekleyen bilinmezlikti. O zamana kadar hiç olmadığım kadar güveniyordum kendime. Hafifledim. İnsan hayatının hep daha iyiye gitmesini istiyor, evet. Ben de kendimce bu iyinin yolunda ilerliyordum. O günden bugüne neler oldu bilmiyorum ama gitme vakti tekrar geldi. Bunu anlamak için referans aldığım tek kaynak duygularım. 

İlkokul üçüncü sınıfta öğlenciydim. Sabahleyin saat onda kalkar, babaannemin hazırladığı kahvaltıyı -çay, peynir, patates kızartması muhakkak olurdu- yaparken kardeşlerimle Cedric izlerdim. Cedric derdi ki “Sekiz yaşındaysanız ve aşıksanız hayat gerçekten çok güzel,” ya da “Sekiz yaşındaysanız hayat o kadar da kötü olmuyor,” ve bunun gibi “Sekiz yaşındaysanız…” ile başlayan pek çok cümle daha. Kendi hayatıma uyarlamaya çalışacağım şimdi. Aşıksanız hayat çok güzel, evet. Hatta yeterince şanslıysanız yanınızda bir Alperman olur. Ancak dünyada tek bir Alperman vardı, o da benim oldu. Ama peki ya ümitsiz ve güçsüzseniz? Ya da hayattan çok fazla bir beklentiniz kalmadıysa?

Mesela yirmi yedi yaşındaysanız ve artık aile evinin dar geldiğini hissediyorsanız? Yirmi yedi yaşındaysanız ve kafanızdan atamadığınız bir yığın görev sizi bekliyorsa? Yirmi yedi yaşındaysanız ve geleceğin getireceklerinden artık heyecan değil kaygı duyuyorsanız? Ya da yirmi yedi yaşındaysanız ve hala ekonomik özgürlüğün çok gerisinde kaldıysanız?

Birkaç gün önce Twitter’a “Yapmam gerekenlerin ağırlığı altında eziliyorum,” yazdım. Mesela yazmak onlardan biri. Son zamanlarda yazmak için neden daha fazla çaba gösterdiğimi düşündüm. Galiba zamanın korku verecek derecede hızla akıp gitmesiydi en iyi cevap. Yazmak istediklerinin pek çoğunu yazamamış ve yazacağı şeyler her gün biriken ve kalbinden söküp atamadığı yazma tutkusunu geçip giden zamana karşı yarıştıran birinin kaleminden çıkıyor bu satırlar, unutmayın! Deprem olur da yazdıkları kaybolur endişesiyle bloguna yazıyor. Blogu da kredi kartında var olan limitle çalışıyor. Kart ekstresini ödemeyi unutsa ya da ölüp gitse bir gün ve kimse onun bir blogu olduğunu hatırlamasa -ki hatırlasa da hesabına erişimi neredeyse imkansız olur- bu blogdaki satırlar da uçup gidecek. Nesiller boyunca süren kitaplar yazdığını düşünen ama Moğolların gazabından tek bir satırını bile kurtaramadan o kıyamete şahit olan bir yazarın kalbinin nasıl ağır ağır kanadığını ve sonunda eriyip gittiğini hayal ediyorum. Sonra Anne Frank’ın günlüğünün Naziler’den kurtulduğu geliyor aklıma. Ama yıllarca süren o savaşta kaç Anne Frank yitirdik, sayıları belli mi ki?

Neyse şimdilik daha büyük işlere cesaret edecek özgüvene sahip değilim. Bu arada Twitter’da hala şunu yazdım, bunu paylaştım dememe aldanmayın. O adına Musk denen mendebur herif uygulamayı satın aldığından beri git gide daha da kötüye gidiyor her şey. Bazı günler içimden uygulamayı açmak bile gelmiyor. Ama orası benim ergenliğim, ilk gençliğim. Kafama ne eserse yazdığım açık günlüğüm. Onu istesem de bırakamam ki…

Buraya Olomouc 102 okumaya geldiğinizi biliyorum. Aslında Olomouc 102 böyle bir girizgahtan daha iyisini hak ediyordu. Ama yazar değil mi ki kendinden de bir şeyler paylaşan kişidir. Ben de bunları paylaşıyorum işte. Cümlelerimi şu anki duygularıma tercüman olsun diye kullanıyorum. Yazmak hiçbir şey değilse de iç dökme işidir neticede. 

Evet, artık esas konumuza gelebiliriz: Olomouc 102. Kaldığımız yerden devam edelim: 

Olomouc’daki ilk haftalarımda bana eşlik eden birkaç şarkı vardı: Arıyorum, Yesterday, Losing My Religion, I Want to Hold Your Hand, … Yani, bu zor zamanlarda klasiklere sarılmıştım. Ama hepsinin bir hikayesi var. Mesela Edis üst üste birkaç yıl boyunca en çok dinlediğim sanatçı oldu. Sonra yerini Nick Cave’e bıraktı. Ben Olomouc’a gittiğimde Arıyorum yeni çıkmıştı. Regiojet’le Prag-Olomouc arası yaptığım tren yolculuklarında kaç kez dinlemiştim bilemiyorum. Ama ne zaman Arıyorum dinlesem kendimi trende düşünüyorum, dışarıda uzayan tarlalar ve beni selamlayan ağaçlar…

Büyük Meydan, Olomouc

Regiojet, České Dráhy ve Çek dili

Orta ve Doğu Avrupa’da ve Hollanda’da tren yollarının ne kadar gelişmiş olduğunu Çekya’da kavramaya başladım. Bir yerden bir yere gitmek için kullanabileceğiniz en yaygın toplu taşıma aracı trenler. Ve Çekya’da tren yolculuğu için iki seçenek mevcut: Regiojet veya České Dráhy. Önce České Dráhy ile başlayalım çünkü onu anlatması daha kolay. 

České Dráhy şöyle okunur: Çeskee draahi. Çünkü Çekler de bizimle aynı şeyi düşünmüşler ve c’nin üstüne küçük v harfine benzer bir işaret çizerek c’yi ç; s’yi de benzer şekilde ş yapmışlar. İngilizlerin ve Almanların -Fransızca bambaşka bir şey olduğu için o dile hiç bulaşmamayı tercih ederim- aksine Çekler bunu Türkler gibi tek bir harfle çözdüklerinden Kundera da Yavaşlık’ta bu gerçeğe şöyle değiniyor: 

“Bildiğiniz gibi, XIV. yüzyılda büyük bir kilise reformcusuydu (Jean Hus). Luther’in habercisiydi. Bildiğiniz gibi Kutsal Roma İmparatorluğu’nda kurulan ilk üniversite olan Charles Üniversitesi’nde profesördü. Ama Jean Hus’ün aynı zamanda bir yazım reformcusu olduğunu bilemezsiniz. Yazımı şaşılacak ölçüde basitleştirdi. Sizler (Fransızlar) ç olarak söylediğiniz şeyi yazmak için üç harf t, c, h kullanmak zorundasınızdır. Almanların dört harfe gereksinimleri vardır: t, s, c, h. Oysa bize, Jean Hus sayesinde bir tek harf yetmektedir, üzerinde şu işaretle c harfi.”

Ayrıca eğer sesli harfin üstünde sağa doğru bir çizgi varsa bu o harfi uzatarak okuyacaksınız demektir. Bu yüzden e ve a seslerini uzatarak yazdım.😬 Ayrıca Çekçedeki ilerleyişimi takdir etmenizi de bekliyorum.😎🤓

Daha kat edilecek yol çok ama şu Ř sesinden de söz edelim. Çekçeye özgü bir ses olan Ř, anladığım kadarıyla r,j,z gibi seslerin birleşimiyle ortaya çıkıyor. Herkesin en çok zorlandığı ses diyebiliriz. Bu sesi neredeyse her gün duyduğumdan (çünkü yurdumun ismi Neředín’di ve her gün tramvayla yurda dönerken “Příští Zastávka: Neředín, Krematorium. This is the last stop” anonsunu duyuyordum) ve birkaç ay sonra da duymaya devam edeceğimden ana dili Çekçe olanları tatmin edecek bir telafuza erişmem pekala mümkün. Ayırca duyduğum sesleri rahatlıkla taklit edebildiğim Allah vergisi bir yeteneğim var.😎

Evet, ne diyordum? České Dráhy. Devlet demiryolları efendim. Regiojet’e göre yer yer daha pahalı olmasına rağmen hizmette Regiojet’in yanına yaklaşamayacak şirkettir. Fakat Çekya’da gitmek istediğiniz her yere, Moravya’daki ıssız bir kasabadan tutun da Regiojet’in giremediği Polonya diyarına kadar (bildiğim kadarıyla Polonya’da demiryolu taşımacılığında özel şirketler hizmet veremiyor) her yere sadece České Dráhy gider. Tesadüf bu ya Çekya’ya ilk gittiğimde Prag’dan Olomouc’a giderken České Dráhy kullanmıştım. Beni alıp bilinmeyen diyarlara götürmüştü. Çekya’dan ayrılırken de beni yine Fransa’ya o uğurladı; Münih’e kadar bana eşlik etti.

İlk České Dráhy biletim

Çok eski olan České Dráhy trenleri bana her zaman o malum dönemi hatırlatır. Muhtemelen bu trenler de o dönemden kalmadır (Çekler’e duyduğum saygıdan dolayı ismini telafuz etmek istemediğim o dönemi herkes anladı diye varsayıyorum). Bu yüzdendir ki ne zaman České Dráhy trenine binsem çocukluğuma giderim. Kompartımanlı trenlerde Halkalı-Pehlivanköy arası yaptığım yolculukları hatırlatırım. České Dráhy’de yaptığım her yolculukta yüzümdeki tebessümün nedeni de budur aslında. Kompartımandaki kirli koltuklar ve mahremiyet oluşturmaya yarayan kötü kokulu lacivert perdeler, birbirine sürekli kavuşmak isteyen kapılar, cam kenarında yer alan bazen tahtadan bazen metalden katlanır sehpaların ucunda biriken ekmek kırıntıları ve küçücük içine hiçbir şey sığmayan demirden çöp kovası… Eğer yeterince güçlüyseniz bavullarınızı başınızın üstündeki bölmeye koyabilirsiniz. Ancak ben bunu yapacak güçte değilim. Bu yüzden ya tren görevlilerinden azar yerim ya da birinden -genellikle erkek bir bireyden- koymasını rica ederim. Daracık koridorda manzarayı izlerken gelip geçene yol vermek için kompartımanın içine girmeniz gerekir. Ayrıca bu trenlere binmesi ve inmesi apayrı bir derttir. Her biri yaklaşık elli santimetre olan basamakları hangi mantığa dayanarak ürettiklerini bir türlü anlayamam. Ve bu trenlerin kapısını açmak için de her seferinde büyük bir mücadele verip her seferinde beceremem. İşte České Dráhy budur, yani konfor anlayışımızın, bitip tükenmek bilmez hız hırsımızın tam karşısında yer alır.

Regiojet ise günümüz insanı içindir. Hatta bilhassa öğrenciler için. Tıpkı sloganında da yazdığı gibi: Student Agency…  Cedric bir Çek olsaydı şöyle derdi: “Yirmi altı yaşından küçükseniz ve Orta Avrupa’da öğrenciyseniz hayat gerçekten çok güzel!” Benim için de öyleydi. Çekya’ya gittiğimde yirmi beş yaşındaydım ve bu sayede Regiojet’in öğrenci indiriminden faydalanıyordum. Örneğin, Olomouc’dan Prag’a sadece 2 avro; Olomouc’dan Viyana’ya 5 avro ödeyerek gidebiliyordum. Söyle bana sevgili okur, ben bu ülkeye cennet demeyeyim de ne diyeyim? 

Regiojet, aslında vagona bağlı olarak hizmet satan bir firma. Eğer en kötü vagonu seçerseniz Regiojet size su ikram eder. Standard olanı seçerseniz mesela suyun yanında cappucino içebilirsiniz. Bu yüzden eğer arada çok büyük bir fiyat farkı yoksa ben genelde standard vagona binerdim. Şimdi, birkaç ay sonra Çekya’ya gittiğimde yirmi sekiz yaşında olacağım; yani Regiojet’ten indirim alacak yaşı çoktan geçmiş olacağım. O zaman yetişkinlikle birlikte gelen zorluklardan bir yenisi daha eklenecek heybeme ve artık genç olmadığımın, “genç” kategorisinde yer almadığımın daha da farkına varacağım.

České Dráhy’nin aksine Regiojet genellikle kompartımanlı trenelere sahip değil. Yan yana tekli ve çiftli koltuklar mevcut. Ben genelde cam kenarındaki tekli olanları tercih ediyordum. Yine öyle yapacağım. Ayrıca České Dráhy’nin aksine görevliler daha yardımsever. Öyle ki, benim gibi valizlerini trene çıkartamayan yolculara yardım ederler, trenin kapısını açarlar ve güler yüzlüdürler. Ve en önemlisi İngilizce konuşabilirler.😀

Bu yazdığım paragraflarda bir özlem dumanı tütüyor, farkında mısınız? Çünkü tren yolculukları bana bir yerlerde güzel bir şeylere ulaşacağım hissi veriyor. Ağır ağır hareket ederken çıkardıkları o sesle içim huzurla doluyor. Çekya’yı sevmemde trenlerin de payı var. Çünkü bu küçük ülke bana özlediğim bu yolculuğu en güzel olanaklarla tekrar sundu. Trenler uzayan yolda ağır ağır giderken kafamda bir araya getirdiğim düşünceler yeni yazıların oluşum evresidir benim için. Sahi, Kundera hiç Regiojet’e binmiş midir? Sanmıyorum. Ama kesinlikle České Dráhy’de yolculuk ederken ilk kitaplarından birinin taslağını yazmış olmalı ya da kafasında bir sonraki hikayesini tasarlamış olmalı.

Bu bölüm çok uzamadı mı? Evet, öyle oldu. Haydi bu sayfayı kapatıp yenisini başlatalım. Ah, ama bir dakika! Şunu da söyleyeyim de içimde kalmasın: Her ne kadar České Dráhy’nin uygulamasının ismi Můj vlak (benim trenim) olsa da ben Můj vlak’ı Regiojet için kullanıyorum.

Olomouc’da Ulaşım

Olomouc’da ulaşım için iki seçeceğiniz vardır: Tramvay ya da otobüs. Ben tramvaylar çalışmadığında sadece otobüs kullandığımdan bu bölümde yine raylı sistemden bahsedeceğim.

Benim için bu küçük şehirde iki tane tramvay vardı: U ve 7. U tramvayı beni yurdumdan alıp şehir merkezine götürürken 7 ise yurdumdan alıp yine şehir merkezine ve farklı diyarlara açılma kapısına, yani hlavní nádraží’ye (tren istasyonuna) götürürdü. 

Eğer Avrupa’da yükselen enflasyondan nasibini almadıysa tramvay ücretleri yirmi altı yaşından küçük Selin’e 40-60 dakika için 9 CZK (37 cent), bir gün içinse 23 CZK (yaklaşık 1 avro) idi. Fakat her seferinde bu paraları ödemedim. Öğrenci kartımı aldıktan sonra üç aylık abonman yaptırmaya gittiğimde 450 CZK (18 avro) ödeyerek sürekli bilet almakla uğraşmaktan kurtuldum. Ne kadar ucuz olduğunu görüyor musunuz! Ayda sadece 6 avro ödeyerek istediğim kadar seyahat edebiliyordum. Fakat 26 yaşından büyük Selin için bu ücretler birkaç ay sonra iki katına çıkacak.

Aslında yüksek lisansımın son dönemi için Strazburg’u da tercih edebilirim ama bu ucuzluğu kendime mütemadiyen hatırlatarak Çekya’nın en doğru seçenek olduğunu düşünüyorum.😬 Her ne kadar her şeye iki kat daha fazla para ödeyecek olsam da…

Peki, bu biletleri aldıktan sonra ne mi oluyor? Eğer saatlik ve günlük bilet aldıysanız tramvaya biner binmez bu bileti okutmalısınız ki biletiniz için olan süre başlasın. Sakın ha bilet almadan ya da aman birkaç dakika sonra nasılsa ineceğim deyip biletinizin süresi geçmesine rağmen tramvaya binmeyin. Çünkü bu Orta Avrupa’nın şirin ülkesinde biletleri kontrol eden kişiler pek sık teftiş yapar. En azından işlerini hakkıyla yapmış olduklarından ötürü kutlamalıyız onları. Özellikle Çekçe konuşmayan veya yabancı bir görünüşe sahip olanların biletlerini kontrol etmeye bayılırlar ki Dpmo’nun (Dopravní podnik města Olomouc; Olomouc Ulaştırma Şirketi) hazinesine para girsin! Bu bilet kontrolü sadece Olomouc’a da özgü değildir. Prag’da da önlemler epey sıkıdır ve eğer havalimanına giden bir otobüste ya da metrodaysanız kesinlikle bu kontrolden kaçışınız olamaz. Bu biletleri pek tabii duraklarda yer alan sarı makinelerden alabileceğiniz gibi şoförden de alabilirsiniz. Ben bir kez almıştım mesela. Şoförden bilet almak biraz dolmuşa binmek gibi, değil mi? 🙈

Çekya’da fark ettiğim bir başka şey ise tramvay, otobüs ve taksi sürücülüğünün sadece erkeklere ait bir meslek olmamasıydı. Hatta kadınların bazı Avrupa ülkelerinden (Almanya, Fransa) daha çok bu alanda istihdam edildiğini gözlemlediğimi söyleyebilirim. 

Son olarak Vodafone’dan bahsedeyim de bu yazıyı noktalayayım. 

Vodafone.cz

Bir önceki yazıyı okuduysanız Çekya’ya gittiğim ilk günden itibaren bir SIM kartı almak için ne kadar istekli olduğumu anlamışsınızdır. Çünkü SIM kartı demek internet demekti ve SIM kartımın olmadığı her dakika yurttan dışarı çıkamıyordum. Bu yüzden, Çekya’ya gelişimin üçüncü gününde Vodafone’a gitmeye karar verdim. Yurttan çıkmadan internetten Vodafone’un nerede olduğuna baktım ve yola çıktım (Evet, şehirde sadece bir tane Vodafone mağazası var). Vodafone’a gitmek için şehir merkezinde tramvaydan indim. Adreste galeri ismini görünce önce Galerie Moritz’e gittim. Ancak orada bulamayınca adrese bu sefer daha dikkatli baktım ve Galerie Šantovka’ya gitmem gerektiğini fark ettim. Nerede olduğunu bilmiyorumdum ama sora sora Bağdat bulunur, ben de sormaya karar verdim. Birkaç kişiye sorduktan sonra sonunda avm’ye ulaştım.

Vodafone’a gittiğimde çat pat İngilizce konuşabilen ama takıldığı yerde Translate kullanan yardımsever çalışanlar buldum. Eh, ben de mükemmel konuşmuyordum zaten. Bir şekilde anlaştık işte. Cuma günü öğrenci kartımı alacağımı ama SIM kartına ihtiyacım olduğundan yine de öğrenci tarifesini kullanıp kullanamayacağımı sordum. Kabul ettiler. Hala yirmi beş yaşında olduğum için bana her ay 25 avro ödeyeceğim ama Çekya’da sınırsız konuşma, SMS ve internete sahip olacağım -şüphesiz beni sadece internet ilgilendiriyordu- hatta Avrupa Birliği sınırları içinde 64 GB internet hakkımın olacağı bir tarife önerdiler. Hemen kabul ettim! SIM kartımı aldım ve artık benim de mobil internetim vardı.

Fakat sadece birkaç dakika sonra 5G çekeceğini söyledikleri internetin H, hatta yer yer E çektiğini fark ettim. Bunun öğrenci kartımla ilgili bir durum olduğunu düşündüm. Ne de olsa onlara öğrenci kartımı göstermemiştim ve belki öğrenci kartımı ibraz edene kadar şimdilik internet hızı daha yavaş bir tarife ile bana hizmet verdiklerini düşündüm. Ama bunun böyle olmadığını SIM kartımda bir problem olduğunu öğrenci kartımı ibraz etmeye gittiğim gün fark ettim. O gün, Olomouc’a ondan daha önce geldiğim için birkaç günlük tecrübeme istinaden aramıza henüz iki gün önce katılmış olan Endonezyalı Radhit’i götürdüğüm Vodafone’dan bu sefer 5G çeken internetle ayrıldım. Ve Avrupa’da bulunduğum süre içinde hızlı bir internetin keyfini sürdüm. AB sınırları içinde 64 GB internet hakkım olduğundan Fransa’ya gittiğimde de Çek hattımı kullanmaya devam ettim. Zaten Fransa’daki tarifeler Çekya’dakilere göre oldukça pahalıydı.

Şimdi ise Türk Telekom her geçen gün sabrımı sınıyor. İstanbul içinde bile çekmeyen Türk Telekom’un aksine Çek hattım Türkiye’nin her yerinde daha iyi bir hizmet sunuyor. İşte AB’ye üye olamamanın bir başka dezavantajı daha…

Bir ay sonra Vodafone’u tekrar arayacağım ve bir senedir tarifesiz kullandığım hattıma yeni bir tarife alacağım. Bu sefer genç olmanın verdiği avantajlardan yoksun bir kişi olarak muhtemelen 877 CZK (36 avro) ödeyeceğim.

Bitirirken

İşte sevgili okur, bu yazının konusu sanki her şeyden çok gençliğime bir ağıt oldu. Yirmi altı yaşından büyük Selin’e bir daha sahip olamayacağı ayrıcalıkları hatırlattım. Bir daha hiç yirmi beş yaşında olamacağım. Yitip giden yılların yasını tutmak için belki henüz erken ama insan ne kadar yaşayacağını nasıl bilebilir ki? Kundera doksan dört yaşında öldü, dedem ise otuz iki yaşında.  Kundera’ya dedemden neredeyse üç kat daha fazla yaşama şansı veren şey nedir? Acaba dedem hayatta sadece otuz iki kez çiçeklerin açtığını göreceğini bilseydi, ne yapardı? Bu yazı neden bu kadar melankolik oldu? Babam bu kadar güzel pasta yapmayı nereden öğrendi? İnanın ben de bilmiyorum.

Bu fotoğraf çok güzel

Yorum bırakın