Dobrý den!

Bu blogda Çekya’yı yazmayı hep öteledim. Aslında hala da öteliyorum. Çünkü insanın çok sevdiği bir yeri anlatması kolay değil. Ne zaman Çekya’yı, Prag’ı ve Olomouc (Olomots)’u düşünsem kalbim sevgi selleriyle dolup taşıyor, yüzümde bilinçsizce bir gülümseme oluşuyor.

Pek çoğumuzun sadece ismen bildiği bu küçücük ülkeyi sevmem bir anda olmadı tabii ki. Ben de ilk başta önyargılıydım. Öyle ki, Euroculture’dan o e-posta geldiğinde, yani yüksek lisans programıma burslu kabul edildiğimi öğrendiğimde gideceğim ilk ülkenin Çekya olduğunu görünce biraz tuhaf hissetmiştim. Okumak için gitmeyi hiç düşünmediğim, başkentinin Prag olması dışında hakkında pek bir şey bilmediğim bir ülkeye gidecektim. Hem de gideceğim şehir Prag da değildi. Prag’a iki buçuk saat mesafede Çekya’nın ortasında diyebileceğim bir konumda yer alan Olomouc’a gidiyordum. Bu bölgenin coğrafi ve tarihsel olarak Moravya olarak adlandırıldığını henüz bilmiyordum.

Korkmadım desem yalan olur. Ama kararlıydım. Madem ki bu bursu kazanmıştım, mecburen gidecektim. Çünkü ülkem her bir gencinin hayatını mahvetmeye yemin etmişçesine hareket ediyordu. Bana da “kaçmak”tan başka çare kalmıyordu. Sahi, ne için Avrupa’da yüksek lisans yapmayı bu kadar istemiştim? Sanırım “insan” yerine konulmak için. İnsana yakışır bir muamele görmek için. Bu satırları okuyanlar belki sadece mevcut hükümetin yanlış politikalarından bahsettiğimi düşünecekler. Hayır. “Sadece” ondan bahsetmiyorum. Ülkede yediden yetmişe herkese sirayet eden belirli davranışlardan mustarip ve şikayetçi olduğum için gitmeyi istedim. Ve işte başarmıştım. Korksam da bu yolculuğa çıkacaktım. 

Neden korkuyordum? Öncelikle nasıl bir ülkeye gideceğimi, oraya gittiğimde neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Daha önce yurt dışına yaşamak için çıkmamıştım. Tek başıma böyle bir yolculuğa çıkmak gerginliğimi daha da artırıyordu üstelik. Ve daha önce hiç “küçük” bir şehirde yaşamamıştım. Taşraya sadece gezmeye gitmiştim. Şimdi dünyanın en büyük metropollerinden birinde doğup büyüyen ben, küçücük, yüz bin nüfuslu Olomouc’da ne yapacaktım? Hiç değilse Prag olsaydı! Ama bu korkumu sadece Alper’le paylaşıyordum. Annemlere her şeyin çok güzel olacağını, oraya gidince neler yapacağımı, hangi adrese gideceğimi, hangi otobüse bineceğimi bildiğimi ve korkmamaları gerektiğini söylerken bile muhtemelen dikkatli bakılan bir çiftin gözün çok rahat anlayacağı bir şekilde yüzümden ve gözlerimden kaygı akıyordu.

Horní náměstí (Upper Square; Ana meydan), Olomouc

Vizem bana ulaşır ulaşmaz 11 Eylül için Prag’a bilet aldım. Prag’a ve Çekya’ya ardımdaki hayatı bırakarak yeni bir düzen ve hayat kurma umuduyla gidiyordum. Pandemiyle birlikte iki yıl süren kapanmadan çıkarak hayata karışmak, ebeveynlikte “otoriter” anne-baba rolünü üstlenen ailemin korumacılığından çıkarak özgürleşmek ve nihayetinde kendi yolumu çizme ve kendi hayatımı kurma peşindeydim. Hem zaten aylardır bu yolculuk için hazırlanmamış mıydım? Hayatımdan çıkarmak istediğim tüm eskileri atmış, bir kısmını yenilemiş, İstanbul’da minimum eşyamın kalması için sıkı bir uğraş vermiştim. Şimdi geçmişe doğru baktığımda iki yıllık bir süre için ne anlamlar yüklemişim hayata, yolculuğuma diyorum. Çünkü günün sonunda hiçbir yere ait olamıyorum. Ne gittiğim şehirlere ve ülkelere ne de kendi ülkeme.

İstanbul’a ve Alper’e ver etmek kolay olmadı. Benim her sıkıntımda yanımda olan Alperman’im bu sefer yanımda olamayacaktı. Daha önce pandemi yüzünden uzun bir süre için ayrı kalmıştık ama farklı ülkelerde olmak, uzaktan bir ilişkiyi devam ettirmek bizim için büyük bir sınav olacaktı. Ama ben Alper’i, Alper’se beni öyle çok seviyordu ki bunun ilişkimizi etkilemeyeceğinden emindik ve bir an önce 13 Kasım’ın gelmesini istiyorduk. Çünkü 13 Kasım’da Viyana’da buluşmak için çoktan plan yapmıştık. İkimiz de ayrılacağımız için hüzünlüydük. Ama bir yandan da kendimizi bu ayrılığa mecbur hissediyorduk. Hayatımızı düzlüğe çıkarmalıydık. Ve başarıyorduk da. O Enka’da işe başlamıştı, ben de hep hayalini kurduğum yurtdışında yüksek lisansa gidiyordum. “Bu, son ayrılığımız olacak,” demiş gitmeden bir gün önce vedalaşırken çektiğimiz videoda. Bu kadar uzun süreceğinden habersiz…

Prag’a gitmeden son buluşmamız 🖤 Mutsuzuz. 😞

Uçağım İstanbul Havalimanı’ndan sabah yedide kalkacağı için sabahın çok erken bir saatinde ailecek yola çıktık. Arabamızın geçtiği her yolda İstanbul’a “hoşçakal” diyordum. “Çok güzelsin ama yollarımız ayrılmak zorunda. Çok güzelsin ama seni seven herkesi üzüyorsun. Çok güzelsin ama keşke son yıllarda bana karşı daha kibar ve adil davransaydın. Ama yine de ne senle oluyor ne de sensiz. Döneceğim elbet, ama güçlenerek. Çünkü seninle başka türlü savaşmam mümkün değil.”

Havalimanına geldiğimde beni bekleyen sınavın bu kadar erken başlayacağını düşünmemiştim. Covid nedeniye havalimanına sadece yolcular girebiliyordu. Bunu öğrenince kendi şaşkınlığımı atlatamadan beni yolcu edemeyeceği için üzülen anneme sarıldım. Korkumu ve endişemi belli etmemek için o ağlarken ağlamamak için kendimi zor tuttum. Ve herkesle tek tek vedalaştım. Neredeyse ağırlığım kadar olan bir yükle tek başıma büyük bir maceraya girişmiştim. İlk sınavı daha birkaç metre sonra yaşadım: Güçsüz kollarım yirmi üç kiloluk valizimi kaldıramadı, yardım istedim. Genç bir erkek yardım etti. 

Valizimi bırakmak için THY’ye gittiğimde HES Kodu istediklerini gördüm, ama demiştim ya İstanbul’da her şeyi bırakarak yola çıkmıştım diye. Bıraktığım şeylerden biri de SIM kartımdı. Telefonumda internetim olmadığı için HES Kodu’nu açamadım. Yardım istedim. Bir görevli yardım etti. Valizimi teslim ederken, dua ettim yirmi üç kilodan fazla olmaması için. Yirmi iki kilo altı yüz gram geldi. Allah dualarımı kabul etti. Yurt dışı çıkış pulunu alırken bir adamdan rica ettim telefonunu kullanarak annemleri aramak için. Sağolsun, kabul etti. 

Pasaport kontrolünden geçerek dış hatlara yöneldiğimde havalimanına ilk kez dikkatlice baktım ve inceledim. Nasıl da döneminin aynası gibiydi… Işıklar gözlerimi alırken havalimanına mı yoksa Dolmabahçe Sarayı’na mı geldiğimi anlamaya çalışıyordum. Birbirinden pahalı mağazalardan dikkatimi önce Hermès çekti. Bizim ülkemizde bayağı ünlü bir markadır, biliyorsunuz. Ardından dikkatimi viski satan dükkanlar çekti. Her şey olması gerektiği gibiydi. 

İstanbul Havalimanı’ndaki ilk fotoğrafım

Daha uçağımın kalkmasına bir buçuk saat vardı. Ben de havalimanının internetine bağlanarak annemlere pasaport kontrolünden geçtiğimi haber vermek istedim. Beni hala dışarıda bekliyorlardı. Bir şey olursa yardıma gelmek için… Telefonu kapattıktan sonra havalimanındaki ücretsiz internetin bir saat olmasına mı yoksa boğazım kuruduğu için aldığım 330 mililitrelik suyun 25 ₺ olmasına mı şaşırayım bilemiyordum (tabii, şu an bu fiyatı mumla arıyorsunuzdur). Kapıların açılmasına daha çok vardı, ben de “o” meşhur hikayeyi paylaşmak için bu vakti kullanmak istedim. 

Evet, bir gün Türkiye’ye “yalnız ve güzel ülkeme” geri döneceğim. Umarım bu yüksek lisans bittikten sonra değil, doktora ve hatta post-doc bittikten sonra olur. Çünkü Türkiye’de yardımcı olmak istediğim çok genç var. Bir hoca olarak onlara ışık tutmak, yol göstermek istiyorum. 

İlk kez THY ile seyahat edecektim. Ama uçak bir saat rötar yaptığı için havalimanının penceresinden günün aydınlanmasını izlemek için mi sevineyim yoksa THY’ye mi kızayım bilemedim. Aklımda zaten birçok kaygı vardı. Stresten bazen titriyordum. Şaşkınlığım, heyecanım, bilinmezliğe doğru giden valizlerim ve ben yeterince dikkat çektiğimiz için her şeyi güzel düşünmeye çalışıyordum. Kapılar açılıp uçağa doğru giderken küçük valizimi uçağın alt tarafına vermek yerine yanıma alarak büyük bir hata yaptım. Bu valizi nasıl kaldırıp yerleştireceğimi bilmediğimden hostesten rica ettim. Benden biraz daha uzun ve kilolu olan kızcağız korkmuş olacak ki birlikte yapalım dedi biraz sitemle. Kabul ettim ve yerime oturdum. Yan koltuğumda siyah bir adam oturuyordu. Daha ilk dakikadan sohbete başladık. Afrika’dan gelip, zannediyorum memleketi Kenya’ydı, Prag’a gidiyordu. Doktora öğrencisiydi. Hatta Olomouc’dan Prag’a geldiğimde belki onunla bir kahve içmek isterim diye numarasını da vermişti. Ama uçaktan iner inmez sildim. Çünkü bir yabancıya güvenmekten korkuyordum. Asla saklayamadığım heyecanımı ve stresimi o da fark etmişti. Yol boyunca “Don’t worry, everything will be okay,” dedi. İstanbul’a uzun bir süre için son bir kez baktıktan sonra gece üçte uyandığımdan havalanır havalanmaz gözlerimi kapatarak en azından Prag’a inene kadar uyumak istedim.

İstanbul’a son bakış

Yanımdaki arkadaşım beni uyandırmasa kahvaltıyı kaçıracaktım. Menüde scrambled eggs vardı.😋 Bir şeyler yiyerek ve kahve içerek kendime geldim. Uzun bir süre zannediyorum Karadeniz üzerinde uçtuktan sonra tarlalara, dağlara ulaşmıştık. Şu üzerinden geçtiğimiz nehir Tuna mı acaba, şu dağlar Karpatlar mı?

Uçağımız Prag’a yaklaştığında Prag’ı ilk kez görmenin heyecanıyla güzel fotoğraflar çekmeye çalıştım. Birazdan tek başıma kalacaktım ama Kenyalı arkadaşım bana son bir jest yaptı ve uçak inişe geçtiği andan beri kara kara valizimi nasıl indireceğim diye düşünen Selin’in on üç kiloluk küçük valizini aşağı indirdi. 

Prag’a ilk bakış 💜

Uçaktan çıktığımda pilotlara zannediyorum Çekya’ya okumaya geldiklerini anlatan iki kız gördüm ve hızlı hızlı yürüyerek onlara selam verdim. İşte yeni yoldaşlarımı bulmuştum: Aslı ve Goncagül. Artık havalimanından Olomouc’a kadar onlarla birlikte olacaktım. Ve üç kadın olarak birbirimize destek olacaktık. Havalimanına iner inmez internete bağlanarak önce annemleri, sonra Alper’i aradım. Annemler Aslı ve Goncagül’le karşılaşmamdan çok memnun olmuştu. Çünkü bu yabancı diyarlarda bana sadece Türklerin yardımcı olacağını, Türklerle olursam daha güvende olacağımı düşünüyorlardı. Halbuki insanlık evrensel bir şeydi. Ama anneme bunu pek anlatamadım.

Prag’da pasaport kontrolünden geçerken ve Çekya hükümeti tarafından istenilen Covid belgesini polise gösterirken bir sorun çıkmaması için dua etmeye başladım. Çünkü böyle bürokratik işler beni her zaman endişelendiriyordu. Neyse ki bu son aşamadan da sorunsuz bir şekilde geçerek kızlarla valizlerimizi aldık. Valiz sırasında beklerken en dikkat ettiğim şey Prag Václav Havel Havalimanı’nın ne kadar gösterişsiz olduğu idi. İnsan, İstanbul Havalimanı’nı gördükten sonra böyle “sade” havalimanlarına şaşırıyor. Halbuki doğrusunu yapan Praglılardı. Tıpkı bizim Atatürk ve Sabiha Gökçen Havalimanlarımızda yaptığımız gibi. İstanbul Havalimanı ise başka bir şeydi. 

Prag Václav Havel Havalimanı’ndaki ilk fotoğraf. Yüzümde yorgunluğun ilk emareleri…

Yapmam gereken her şeyi gelmeden önce not defterime yazmıştım. Bu yüzden, bir sonraki adımım elimdeki avroların bir kısmını bozdurarak Çek kuronu almak ve tren istasyonuna doğrudan giden otobüs için bilet almaktı. Bir avroya yirmi kuron veren sinir bozucu döviz bürosuna (çünkü bir avro aşağı yukarı yirmi beş kuron) biraz sinir olmakla beraber henüz Çeklerin parasına alışamamıştım. Bu alışma dönemi biraz daha zamanımı alacaktı ve bu sürede yok yere bir sürü para harcayacaktım. 

Tren garına gitmek için 100 CZK’ye (yaklaşık 4 avro) bilet aldıktan sonra kızlarla otobüsü beklemeye başladık. Ben de o arada Alper’i arayıp başımdan geçenleri anlattım. Otobüs geldiğinde Çek toplu taşıma sisteminde ilk kez bilet okutacağım için biraz gerilerek de olsa doğru olanı yaptıktan sonra, muhtemelen İngilizce bilmeyen şoföre, doğru yapıp yapmadığımı sordum, onun onayıyla yoluma devam ettim. Otobüste bavullardan adım atacak yer yoktu. Bir süre büyük boy valizimin üstüne oturdum, sonra bir yer boşaldı, oraya geçtim. Bir yandan geçtiğimiz yolları kaçırmadan izlemeye gayret gösteriyordum. Prag’a ilk kez bakıyordum. Yeşil bir şehirdi. Şehir merkezine doğru yol alırken yeşillikler kendini beyaz, kahverengi binalara bırakıyordu. Sonra bir köprünün üstünden geçerken Vlata Nehri’ne, Prag Kalesi’ne ilk bakış… 😍 Şehri biraz daha seyretmek için otobüs fazla hızlıydı ama şehir merkezi harika görünüyordu. 

Nihayet tren garına, nam-ı diğer Praha hlavní nádraží’ye ulaştık. Şimdi sırada Olomouc’a giden bir tren bulmak ve bilet almak vardı. Gelmeden önce tren şirketlerine bakmıştım. En çok önerilen ve Çekya’da yaşadığım süre boyunca en sevdiğim tren şirketi Regiojet’ten bilet almak istesem de bir türlü bürosunu bulamamıştım. İnternetim olmadığı için uygulama üzerinden de bilet alamıyordum. Mecburen Çek devlet demiryolu şirketi olan České Dráhy’den bilet aldım.

Bu tren, o tren değil. Ama bu fotoğraf buraya çok yakıştı.

İngilizce konuşurken öyle zorlanıyordum ki herkese saçma sapan şeyler söylüyordum. Örneğin, České Dráhy’den bilet alırken -biraz telaş içinde- fiyatını sormak istediğimde “how many” deyip, görevlinin beni “how much” diye düzeltmesi karşısında hayıflanıyordum. Ve doğru okunuşunu bildiğim halde Olomots’a “Olomok” diyordum. 

Ben bileti aldığımda kızlar hala gideceği yere bilet bulmaya çalışıyordu. Çekya’nın ne kadar küçük bir ülke olduğunu hayal edemediğimden kendi trenimin onların gideceği şehre -galiba Polonya sınırına yakın bir şehirdi- uğrayacağını düşünmeden onlara veda ettim.

Trenimin kalkmasına yaklaşık bir saat vardı ve tren istasyonunda karşıma ilk çıkan ve Çekya’da epey yaygın olan Costa Coffee’de soluklanmaya karar verdim. 25 CZK’ye su, 40 CZK’ye kruvasan ve 75 CZK’ye americano alırken Çek kuronu TL’den değersiz olduğu için çok az para harcadığımı düşünüyordum hep. Halbuki 1 €’ya su, yaklaşık 1.70 €’ya kurulasan ve 3 €’ya kahve almışım… Sırtımda gittikçe ağırlaşan çantayı çıkartıp biraz oturdum. Kahve ile kendime gelmek, uykusuzluğumu gidermek istiyordum. Ama ne mümkün… Yorgunluktan ve uykusuzluktan gözlerim kapanıyor, sırtım ağrıyordu. Bir yandan da gözlerim benden biraz uzakta duran mor bavullarımdaydı. Bu sırada Aslı ve Goncagül’ü tekrar gördüm, gidecekleri şehre bilet almışlardı. Biletlerimizi karşılaştırınca aynı trene bineceğimizi fark ettik. Kader bizi tekrar birleştirmişti. İyi ki de birleştirmişti, onların sayesinde çok keyifli bir yolculuk yapacaktım. 

Tren saati yaklaşınca perona doğru yol aldık. Bavullarım onlara isyan edişime alınmış olacak ki önüme yepyeni bir zorluk daha çıkardı: Perona ulaşmak için bir kat yukarı çıkmamız gerekiyordu ve yürüyen merdiven yoktu… Merdivenleri gördüğümüzde hep bir ağızdan isyan ettik. En çok ben! Büyük valizimi aşağıda bırakıp küçüğü çıkarayım önce dedim. Ama sonra bir Çek yardımıma yetişti. Büyük valizimi kavradığı gibi yukarı çıkardı. Bana da “Thank you, thank you” demek kaldı. Hep ne kadar iyi olduklarını anlatacağım Çeklerden gördüğüm ilk iyilikti bu. 

Trenimiz peronda bizi bekliyordu. Kızlarla yardımlaşarak valizleri trene çıkardık ve bulduğumuz ilk boş kompartımana yerleştik. Valizlerimiz yere sığmayınca koltukların üstüne koyduk ve uzun bir süre aşağıda göreceğiniz şekilde seyahat ettik. Her ne kadar biletlerimizi kontrol etmeye gelen kadın -kadın olduğunu görünce şaşırmıştım çünkü Türkiye’de tren biletlerini hep erkekler kontrol ediyordu ve Çekya’da kadınların iş dünyasında bu kadar görünür olduklarından bihaberdim- bavullarımızı koltuklardan indirmemiz gerektiğini söylediyse de bu uyarıyı anlamamazlıktan geldik. İkinci teftişinde yine aynı uyarıyı tekrarladı, yine umursamadık. Bu sefer yaptığı uyarının yerine ulaşıp ulaşmadığını kontrol etmek için kısa bir süre sonra tekrar gelince kızların bavulunu üst tarafa yerleştirdik. Benimkiler onlardan önce ineceğim için yerde kaldı. 

Ve lise ikiden sonra ilk kez trene bindiğimi hatırladım. Çocukken Edirne’ye hep trenle giderdik. Karnemizi alır almaz anneme göstermeyi beklemeden kendimizi Halkalı Tren İstasyonu’nda bulurduk. Bizim gibi okullar kapanır kapanmaz Edirne’ye giden pek çok tanıdığımız da olurdu o istasyonda. Kompartımanlı ve yavaş trenlerdi bunlar. Tren sağa sola dönerken pencereden bakıp tüm vagonlarını saymaya çalışırdık. Sonra AKP çok sevdiğim tren seyahatini de elimden aldı. Raylar yenilenecek, trenler hızlı olacak dendi. Ve benim tren yolculuklarım sona erdi. Yenilenen raylarda da Çorlu tren faciası yaşandı. İşte bu yüzden Prag’dan Olomouc’a doğru olan bu yolculuk bana çocukluğumu hatırlattı. Eski, kompartımanlı ve bana göre normal, çağımıza göre yavaş giden bu tren, bir zaman makinesi gibi bana unuttuğum duyguları tekrar yaşatıyordu. Rayların ve trenin sesi, düdüğü, yanımızdan geçen trenlerin hızı, yol boyunca uzanan tarlalar, tüneller,… Henüz Çekya’da hayatımın trenlerde geçeceğinden bihaber ben, en azından diyordum, Olomouc’dan Prag’a, Prag’dan Olomouc’a giderken otobüs yerine tren kullanırım. Ve Çekya’da geçirdiğim süre boyunca hiçbir zaman bu güzergahta otobüs kullanmadım. Hatta Prag’dan Olomouc’a otobüs var mı, onu bile bilmiyorum. 

Trende internet vardı Allah’tan. Olomouc’a gidene kadar zamanımı telefonuma bakarak geçirdim. Instagram’da paylaştığım hikaye o kadar çok bildirim çekmişti ki hangisine cevap vereceğimi bilemiyordum. Herkes yurt dışına gittiğime ya çok sevinmişti ya da şaşırmıştı.

Tren Olomouc’a yaklaşırken yavaştan ayaklanmıştım. Kızlar da bana valizlerimi trenden indirmek için yardım etmeye geldiler. Yemyeşil ağaçlarla daha hasat yapılmamış tarlaları izlerken Olomouc’a geldim. Artık son bir işim kalmıştı. Tramvaya binip yurda gidecektim. Demiştim ya her şeyi önceden not etmiştim, pek çoğunu da aklıma kazımıştım.  Allah’tan bu sefer yürüyen merdivenler çalışıyor diye sevinirken hayatımda ilk kez gördüğüm bu daracık yürüyen merdivende -aşağıda fotoğrafını bulacaksınız- bavullarımı taşımaya çalışırken dengemi kaybedip düşme tehlikesi atlattım. Yüreğim ağzıma gelmişti, bir yandan tek başına olmamın verdiği korku diğer yandan daha ilk günden bir yerlerimi sakatlama ihtimalinin yaratacağı sonuçlar kalbimin hızlı hızlı atmasına neden oldu. O günden sonra ne zaman Olomouc’da tren garına gitsem aynı korkuyu ve tehlikeyi yaşıyormuşum gibi hissettim. Neyse ki ucuz atlatmıştım, ya da verilmiş sadakam vardı. Bilmiyorum…

Bu yürüyen merdivenleri daha sonra pek çok şehirde gördüm. Paris onlardan biriydi. Ve ne zaman görsem hep aynı korkuyu hissettim.

Bu daracık merdivenlerden inince tramvayın nereden geçtiğini bilmediğimden yakışıklı bir genci gözüme kestirip sordum. Beni tramvaya kadar götüreceğini söyledi ve büyük valizimi taşımama yardım etti. Başka bir şehirde oturduğunu ve Prag’a bir partiye katılmak için giderken Olomouc’da aktarma yaptığından bahsettiğini hatırlıyorum. O telaşla bile bu bilgiye çok şaşırmıştım. Biz İstanbul’da karşıya geçmeye bile vakit, nakit ve zaman bulamazken bu kadar mesafe kat edip Prag’a partiye gitmesi beni çok şaşırtmıştı. Çok büyük bir parti olacağından bahsediyordu. Galiba üniversiteler açılmadan gençlerin düzenlendiği son büyük yaz partilerinden biriydi. Sağolsun, bana o meşhur sarı makinelerden bilet alırken ve durakta bekleyen tramvaya binerken yardım etti. Tramvayda en son durakta ineceğimi biliyordum: Neředín, krematorium… Kalacağım yurdun yanında mezarlık vardı, evet. Mezarlık gezmeyi seven biri için bulunmaz bir nimet.

Olomouc
hlavní nádraží (Olomouc tren garı)

Mor bavullarımla tramvayda ayakta durmaya çalışırken bir koltuk boşaldı ve oturdum. Mor valizlerim tramvayın ani hareketlerinden dolayı oraya buraya sürüklenirken hem onları sıkıca tutmaya çalışıyordum hem de şehri izlemeye. Çekya’ya gelmeden önce o bölgenin soğuk olduğunu tahmin ettiğimden sürekli hava durumuna bakıyordum. Biz İstanbul’da sıcaktan illallah etmişken Olomouc’da Ağustos ayında geceleyin 10 derece havayı görünce şaşırıyordum. Bu yüzden soğuk olur diye İstanbul’dan mevsimlik ceketimi giyerek gelmiştim. Bir yandan sabah Prag’da ve öğlen 14.45 gibi vardığım Olomouc’da havanın güzel olmasına şaşırırken bir yandan da tramvayda yurduma doğru giderken terliyordum.

Tramvay yol aldıkça Olomouc’un zannettiğim gibi küçük bir şehir olmadığını görüyordum. Sonra Istanbul’un büyüklük algımızı nasıl bozduğunu anlamaya çalışıyordum. Yüz bin nüfuslu kaç şehre gitmiştim ki… Zaten Çekya’da İstanbul’un yarısı kadar insan yaşıyordu. Bu yüzden Olomouc belki de Çekya standartlarında o kadar küçük bir şehir değildir diye düşünüyordum. Normal bir zamanda bana hiç de uzun gelmeyen bu yol, o gün uzadıkça uzamıştı. Yurdun şehrin dışına doğru olduğunu biliyordum. O yüzden, yolcular bir bir inerken ben de son durak bile olsa ineceğim durağı kaçırmama telaşındaydım. Sonra birden  “Neředín, krematorium” u duydum. Geldim zannedip inecektim ki Allah’tan tramvayın kapası kapandı ve yoluna devam etti. Çünkü duyduğum şey, daha sonra öğreneceğim birkaç kelimeden birisiydi: příští zastávka. Yani, sonraki durak. Nihayet Neředín’e geldim.

Yorgun bedenime, “Haydi biraz daha dayan yolun %90’ı bitti,” diyordum. Var gücümle iki valimizi de hafif yokuşlu bu yoldan geçirirken bu ülkede ne yaptığımı sorguluyordum. Neden gelmiştim buraya? Ne işim vardı? En kısa sürede buradan gitmeliydim. Ailemden ve sevdiklerimden uzakta neden bunca sıkıntıyı çekiyordum ki… 

Nihayet yurda ücreti ödeyeceğim ve anahtarı teslim alacağım alana geldim. Valizlerimi daha fazla taşımamak için kapının önünde bırakıp içeri girsem de görevli kadın onları da görmek istedi. Çıktım dışarı, ikisini de içeriye taşıdım. Hiç bakmadığı valizlerim için bana bu eziyeti neden yaptı, hala anlamış değilim. Birkaç kağıt verdi, imzaladım. Ücreti ödeyeceğim zaman nakit ödemek istedim ve  o sıralar Çeklere özgü zannettiğim bir şeyle (çünkü her zaman Türkiye ile Çekya’yı kıyaslıyordum) daha karşılaştım: Eğer nakit ödemek istersem 50 kuron daha fazla ödeyecektim. Bunun kaç avro olduğunu düşünürken galiba durumu fark eden kadın, “Kendine 50 kuronla bir kahve alırsın,” demişti. Haklıydı. Daha sonraki dönemlerde 50 kurona, yani 2 avroya, çok defa Olomouc’da kahve içmiştim. 

Yurt için 152 avro verecektim ama depozito da istedikleri için kredi kartımda 300 avroluk, yani 3000 TL’lik (o dönem bir avro 10 lira civarıydı) bir limit olduğundan şüpheli bir şekilde kredi kartı ile işlem yaptım. Limitim olmadığında ne yapacağımı bilmiyordum. Belki bir kısmını nakit öderim derken kadın işlemin başarıyla gerçekleştiğini söyledi. Şaşırmıştım. “Demek ki yeterli limit varmış,” dedim limitimin 14 bin TL’ye çıkarıldığının farkında olmadan. Bankam tam zamanında bu limit artışını yapmış ve beni büyük bir dertten kurtarmıştı. Böylece, bu yolculukta bana yardım edenler arasına Yapı Kredi de girmişti. Çıkarken bana gideceğim binayı tarif edip internet şifresi ve nevresim vermişti. Hafif yokuşlu bu yolda güç bela yürürken sürekli kendimi motive etmeye çalışıyordum. Az kaldı, bitecek, yapabilirsin… Bir yandan da ben bu valizleri sürekli nasıl oraya buraya taşıyacağım diye düşünüyordum. Çünkü Çekya’dan sonra Fransa,’ya, Fransa’dan da kim bilir nereye gidecektim. “Keşke daha az eşya alsaydım,” diyordum. Sonra daha ne kadar az alacaktım ki diyordum… 

Yurt binasını bulunca tekrar merdivenlerle karşılaştım.😩 Artık bunlar son değil mi son… İçeride biri yok mu bari yardıma gelsin. Hiç mi görevli yok benim halime acıyıp niye kimse yardıma gelmiyor! Bir yerlerden gülüşen kadın öğrenci sesleri geliyor… Ne dediklerini anlamadım acaba benimle dalga mı geçiyorlar? Valiz ve merdiven arasında sıkışan ayaklarım kanıyor, derim soyuldu… Ağlıyorum… Buraya gelen aklıma sıçayım! Bu yurt asansörlüydü, değil mi? Ah nihayet çıkardım tüm valizleri. Bir saniye bu binada neden görevli yok? Halbuki Boğaziçi’nde tüm yurtlarda görevli vardı. Asansöre bindim, üçüncü kata gideceğim. Hadi, biraz daha dayan. Saat üç buçuğa geliyor, odaya yerleşeyim de annemleri arayıp haber vereyim. Evet, hangisi benim odam? Burada iki tane oda var, elimdeki anahtarla oda numarası eşleşmiyor. Bunda bir terslik olmasın? Şu kapıyı deneyeyim bir bakalım anahtarım açacak mı? Açtı! Ah işte buldum, 306 numaralı odam… Sonunda bitti. Tebrikler kızım, başardın!

Hemen internete bağlanıp annemleri aramalıyım. Sonra Alper’i. Annemlerle konuşurken ağlamamam lazım. Alper’le konuşurken istediğim kadar ağlayabilirim. Acaba vazgeçip dönsem mi? Saçamalama, bu kadar çaba gösterdin, burs kazandın. Emeklerin boşa mı gitsin! Ama çok mutsuzum. Yanımda kimse yok. Hiç bilmediğim bir ülkenin hiç bilmediğim bir şehrindeyim. Açım, yorgunluktan ve uykusuzluktan ölmek üzereyim. Şimdi yanımda Alper olsa, İstanbul’da olsak… En iyisi gidip resepsiyondan bir şeyler alayım ve uyuyayım. Geçecek, ben bu ülkeye alışacağım, burayı seveceğim. Hem zaten sadece dört ay, beğenmezsem bir daha buraya gelmem. 

Bu duygular içinde yurttan çıkıp kendime ton balıklı sandviç ve su aldım. Kurt gibi aç olmama rağmen yorgunluktan ve uykusuzluktan sandviçi bitiremedim bile. Ağlaya ağlaya nevresim takımlarını yastığıma ve yorganıma geçirdim. Hava gerçekten çok sıcaktı. Camı açtım ve yatar yatmaz uykuya daldım. Uyandığımda saat sekiz buçuktu. Annemleri arayıp konuştum. Annem, babaannem ve kardeşlerim tarhana eliyordu. Annem sulu gözleriyle ağlamamak için direniyordu. Onlara odamı gösterdim. Her şeyin yolunda olduğunu anlattım. Telefonu kapattığımda odamın içine dolan böcekleri ve sinekleri gördüm. Bunun sadece köylere özgü bir şey olduğunu zannederek büyüyen ben, küçük ve yeşil bir ülkede doğayla imtihan oluyordum. Biraz kendime gelmiştim. Odamdan dışarı çıktığımda iki kızla tanıştım. Biri Romanyalı, diğeri Moldovyalıydı. Aynı dairede kalıyorduk. Moldovyalı tıp okuyordu. Onlarla biraz sohbet ettikten sonra odama geçtim ve Alper’den Exxen’in şifresini istedim. Olomouc’daki ilk gecemde Leyla ile Mecnun izledim. 

Bu yazıyı buraya kadar okuyan var mıdır, bilmiyorum. Varsa lütfen bana yazsın. Bu yazı çok uzun oldu çünkü ben Çekya’ya dair her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlamak istiyorum. 

Yorum bırakın