Hikâyem başladığı zaman

Bu sitede bir süredir gezdiğim yerleri okuyorsunuz. Ziyaret ettiğim şehirlerde yaptığım, gördüğüm, hissettiğim, anlatmaya değer bulduğum pek çok şeyi yazdım ve yazacağım. Ama hepsini tek bir şeye borçluyum: Yüksek lisans programıma. İşte o yüzden, bu yazıda hikâyenin en başına dönmek istiyorum. Hayır, hayır, başvuru aşamasına değil, Erasmus Mundus’u öğrendiğim ilk günü anımsayarak başlamak istiyorum bu yazıya.

Erasmus Mundus programını ve bursunu bana söyleyen ilk kişi, Boğaziçi Sosyoloji’den bir arkadaşımdı. Zannediyorum ikinci sınıftaydım. Her dönem farklı bir ülkede okuma fikri beni öyle heyecanlandırmıştı ki bir akşam üstü Güney Yokuş’u (Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’nden Etiler Kapı’ya doğu olan yokuş) çıkarken bunun hayalini kurduğumu hatırlıyorum. Bir de kimsenin bu bursu ve programı öğrenmemesini dilemiştim. Çünkü mezun olduğumda ben başvuracaktım.

Philippe Magnier ve Balthazar Keller tarafından yapılmış Roma mitolojisindeki Güneş’in doğuşunu müjdeleyen şafak tanrıçası Aurora, Louvre Müzesi. L’Aurore descendant de son char, Philippe Magnier & Balthazar Keller

Sonra ne oldu pek hatırlamıyorum. Varoluşsal krizlerim, kendimi (benliğimi) kaybetmem, ne istediğimi unutmam, belirsizlik ve umutsuzlukla geçen ilk gençliğim, akademiden uzaklaşmam ve kendi yolumu bulmaya çalışmakla geçen zaman… Yani, kısacası, Boğaziçi Tarih’in pek çok öğrencisine armağan ettiği o gençliği yaşadım. Tüm bunlar olurken ben hem heyecanımı hem de Güney Yokuş’u çıkarken kurduğum hayalimi çoktan unutmuştum. Şimdi, acaba o zaman bu heyecanımı korumayı başarsaydım, mezun olur olmaz hatta daha olmadan yüksek lisansa başvursaydım nasıl bir hayatım olurdu diye düşünüyorum zaman zaman. Ama “İyi ki başvurmamışım,” diyorum. Çünkü hareketlilik (mobility) kelimesiyle tanımlanan bir programın, sınırları kapattıran, seyahati bir süreliğine askıya alan ve hepimizi evlere hapseden pandemiyle heba olmasına dayanamazdım.

Yıllar yılları kovaladı. Stresli ve yorucu geçen bir dört yıldan sonra nihayet mezuniyet zamanı geldi. Mezun olurken sadece Boğaziçi’nden kurtulmayı diledim. O yüzden, sonrası için bir plan yoktu aklımda. Kervan yolda mı düzülecekti onu da bilmiyordum. Sadece mezun olmak ve tüm sıkıntı ve streslerimin kaynağı olarak gördüğüm yerden kaçmak istedim.

Dominique Lefebvre tarafından yapılmış Yunan mitolojisinde ruh tanrıçası Psyche, Louvre Müzesi. Psyché, Dominique Lefebvre

O yıllara dair hatırladığım şeylerden biri de büyük bir lümpenliğin içinde yaşadığım. Çünkü akademiden, okumaktan, yazmaktan, entelektüel sohbetlerden uzaklaşmıştım. Tüm bunlar bana Boğaziçi Tarih’in acımasız müfredatını hatırlatıyordu. Bu yüzden de kendimi lümpenliğe, sıradanlığa ve popüler kültüre teslim ettim. Dinlediğim müziklerden yaşam biçimime, okuduğum kitaplardan izlediğim dizilere ve hatta takip ettiğim kişilere kadar her şeyde alt kültürün yansımalarını görüyordum. Bu durumdan hem büyük bir ıstırap duyuyordum hem de kurtulmaya ve özümü bulmaya çalışıyordum. Ama bunu başarmak için gereken enerjiye bile sahip değildim ve hayatı tamamen akışına bırakmıştım.

Mezun olduktan sonra bir süre iş aradım. Kimse ne Boğaziçi mezunu olmamdan etkileniyordu ne de yaptığım stajlardan, bildiğim dillerden. Herkes kendine sömürecek birini arıyordu. Yaptığım görüşmelerin birisi hariç hepsinde asgari ücretten daha fazla bir rakam duymadım. İşte bu beni daha da dibe sürükledi. Ben beş yılımı ne için harcamıştım? Neden ülkem bana bu geleceği layık görmüştü?

King Louis idaresindeki Burgundy’nin Soylu Hizmetkarı Philippe Pot’un mezarı, Louvre Müzesi. Tombeau de Philippe Pot

Nihayetinde daha az köle olacağım bir yerde iş buldum. Başlangıçta her şey çok güzeldi. İşimi seviyordum. Editördüm ve yazılar yazıyor, dergi çıkarıyordum. İş arkadaşlarımla aram iyiydi. En azından para kazanıyordum. Ve bu bana iyi hissettiriyordu. Sonra hepimizin hayatını değiştiren pandemiyle karşılaştık. Bu satırları yazmaya başladığım gün dördüncü kez aşı oldum ve artık koronavirüsten korkmamayı ve onunla yaşamayı öğrendim. Halbuki koronavirüs Türkiye’de resmi olarak ilan edildiğinde ölmekten çok korktuğumu hatırlıyorum. En çok ölenler kategorisindeydim, zayıftım, güçsüzdüm. İnsanlar sadece yaşlılar, kronik hastalar ve güçsüzler ölüyor diye kendilerini rahatlatmaya çalıştıklarında ben, her seferinde bu gerçekle yüzleşerek içten içe korkuyordum. İnsan ne zaman ölüme hazır olur ya da olur mu bilmiyorum. Ama 24 yaşında olmaz herhalde. O zaman şu soruyu sordum kendime: Gerçekten hayatını bu iş yerinde, bu insanlarla ve sonsuza kadar tatmin edilmeyi bekleyen müşterilerle uğraşarak mı geçirmek istiyorum?

Kendime bir çıkar yolu arıyordum. Geçmişte denediğim gazetecilik bana göre değildi. Akademiden çok korkuyordum. Akademinin -daha sonra anlıyorum ki Boğaziçi Tarih’in- bana yaptıklarını hatırladıkça oradan uzak durmaya çalışıyordum. Yine de pandemiden önce Türkiye’de yüksek lisans yapmaya karar vermiştim ve hocalarımla da bu konuda görüşmüştüm. Çünkü hem yeniden okumak, öğrenmek istiyordum hem de pek çok arkadaşım ve sevgilim yüksek lisans yapmaya başlamıştı. Ama pandemiyle Türkiye’de bir yüksek lisans programına başvurma düşüncem de rafa kalktı. Özgüvenim o kadar kırılmıştı ki, diplomatik kariyer hayali kurduğum halde bir türlü cesaret edip Dışişleri Bakanlığı’nın sınavlarına da giremiyordum. Kısacası sıkışmıştım. Sürekli düşünüyor ve geleceğime yön vermeye çalışıyordum.

Sonunda ne istediğimi yaptığım bir telefon konuşmasından sonra buldum: Yurt dışında yüksek lisans yapacaktım. Bu fikir beni öyle heyecanlandırmıştı ki o telefonu kapattıktan sonra heyecanımı Alper’e anlatmak ve araştırmalar yapmak için sabırsızlanıyordum. Biraz sonra Alper ve diğer yakın arkadaşlarım Nisan 2020 itibariyle tüm planlarımın değiştiğine şahit olacaklardı.

Jean-Baptiste Théodon’un ellerinden İlkbahar, Louvre Müzesi. Le Printemps, Jean-Baptiste Théodon

Böylece 2020 yılı, özüme döndüğüm bir yıl oldu. Hiçbir şeyin yetmediği ve her şeyin ruhumda yeniden yeşerdiği bir yıl… Yüzümü farklı ufuklara çevirmiştim. Beklemenin ve bilinmezliğin altında kanat çırpan ruhum saadete erişecek miydi? Yoksa bir sükut-u hayal içinde debelenecek ve kendini yeniden yitirecek miydi? Kendime hayallerimde bir ütopya yaratmıştım. Bu ütopyayı gerçekleştirmek zor ve çetrefilliydi. Belki tecrübe edince bana mutluluktan çok acı verecekti. Tıpkı Boğaziçi Üniversitesi gibi… Ama bir kafesteymiş gibi acı çeken ruhumun özgürleşmesi, günahıyla ve sevabıyla bu ütopya sayesinde olacaktı. Şimdi düşünüyorum da Avrupalıların hiç emek sarf etmeden yaşayabildikleri dünya, bizim için neden bir ütopya? Neden bizler değer görmeye, mutlu olmaya ve iyi yaşamaya layık değiliz? Halbuki herhangi bir Avrupalıdan daha çok sarılıyoruz hayata, hayallerimize. Onlara ulaşmak için daha çok çalışıyoruz. Yine de olmuyor. Tüm bunları siyasetle açıklamak mümkün mü? Yoksa toplum(umuz), bu kısır döngüden çıkmayı hiçbir zaman başaramayacak mı? Bence ikincisi. Ama bu, başka bir yazının konusu olsun.

Çok vakit kaybettiğimi hissediyordum. Nereden başlayacağımı, ne yapacağımı, nasıl tekrar o kaybettiğim heyecanımı yakalayacağımı bilmiyordum. Boğaziçi benden o kadar çok şey götürmüştü ki onları nasıl tekrar bulacağımı, kendime katacağımı bilmiyordum. Herkesin kariyer basamaklarını bir bir çıktığını görüyordum. En zoru da bir zamanlar kurduğum hayalleri yaşayanları görmekti. Ben pandemi sebebiyle dört duvar içinde yaşamaya devam ederken ve zamanımı pek çok meseleden ötürü boşa harcamışken, onlar çoktan başarmışlardı. Bu yüzden, yetişmem için koşmam gerekiyordu.

François Frédéric Lemot tarafından yapılmış Zafer esnasında Napolyon heykeli, Louvre Müzesi. Napoléon en triomphateur, François Frédéric Lemot

Nihayetinde uğradığım psikolojik baskıya (mobinge) dayanamayıp Haziran 2020’de “işten çıkartıldım.” Çıktım demiyorum çünkü sistematik bir şekilde “üstüm” tarafından maruz kaldığım bir muamele vardı. Editör olarak girdiğim yerde sayfalarca çeviri yapıyordum ve yaptığım çeviriler tabii ki bir çevirmeninki kadar iyi olmadığı için de işimi kötü yapmakla itham ediliyordum. Tabii, bu muameleye maruz kaldıkça da her gün masanın başına zorla oturuyor, mesainin ve haftanın bitmesini dört gözle bekliyordum. “Üstüm” bana zehir zemberek e-postalar gönderdiğinde hasta olduğumu söyleyerek izin alıyordum. Artık yaptığım her çeviriyi Alper’e de kontrol ettiriyordum. Ona rağmen sosyoloji mezunu birinden İngilizce bilmediğime dair geri bildirim aldığımda artık işten ayrılmaya karar verdim. Bu kararımı söylediğimde de hiç kimse itiraz bile etmedi. Sonunda beyaz yakalı köleliğimden yağmurlu bir haziran gününde istifa ettim.

Artık tamamen hedefime odaklanabilirdim: Yurt dışında burs kazanarak yüksek lisans yapmak. Çünkü yeni maceralar çekiyordu canım ve ilk kez bu kadar kendime gelmiştim, benliğimi bulmuştum ve ne istediğimi biliyordum.  

Hikâyem başladığı zaman” için 2 yorum

  1. Motivasyon ve ilham verici bir yazı olmuş. Emeğinize sağlık. İnsanların nasıl hayallerini kaybetmemesi gerektiğini, hayata nasıl sımsıkı sarılması gerektiğinin özeti. Teşekkürler 🧿 🙏🏻

    Liked by 1 kişi

  2. Hayallerini hedeflerine dönüştürmüş,motivasyonu yüksek,çok kaliteli bir yazı olmuş. Milyonlarca insanın hayallerini kaybetmeyin, gereken çabayı sarfettiği zaman başaramayacağı şey yoktur. Kalemine sağlık Selin Hanım.

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın