Berlin 89 – „Du hast schöne Augen!”

*Bu yazıyı okumadan önce eğer daha önce okumadıysanız Berlin 89 – Bevor Berlin yazısını okumanızı öneririm.

Berlin’e yılın en kısa gününde, 21 Aralık 2021’de gittim. Avrupa Noel’e hazırlanırken ben hem Noel heyecanını hem de dünya tarihi için çok önemli olan bir şehri ziyaret edecektim. Trende giderken günlüğüme, “Almanya beni tek başına mutlu etmeye yetiyor,” yazmışım. Gerçekten de öyle oldu. Hatta trene binmeden önce Çekya’da aylardır aradığım ve bir türlü rastlayamadığım filtre kahveyi, Prag hlavni nádraží’deki Tchibo’da buldum. “İşte Almanya beni mutlu etmeye başladı bile!” yazmışım bu anekdotu not aldığım günlüğüme. Berlin’e tek başıma gidiyordum ve ilk kez bu kadar uzun (dört gün) tek başıma seyahat edecektim.

Berlin’e bu blog için epeyce ünlü olan Děčín şehri üzerinden, Elbe Nehri kıyısından (bknz. Bohemya İsviçresi yazısı) České drahý ile gittim. Almanya sınırını geçtiğimi tabii ki önce anonsun Almanca olmasından ve sınırı geçer geçmez trene binen Bundespolizei’lardan anlıyorum. Çekya gibi barışçıl ve polis ve askeri cumhurbaşkanının ikametgahı dışında görmediğim bir ülkeden sonra, polis devleti Almanya, trenim Saksonya eyaletine girer girmez beni karşıladı. Daha sonra Polizei beni bu sefer tekrar Berlin Hauptbahnhof’da karşıladı. Ve tabii başka yerlerde de. Çekler, Almanları her alanda takip ederken güvenlik alanında neden takip etmemişler, bilmiyorum. Ama iyi ki de etmemişler.

Berlin’e iner inmez birkaç aksilik yaşasam da bu kısacık günü değerlendirmek için hemen otobüse binerek kalacağım yere gittim ve eşyalarımı bıraktım. Otelde hem talihsiz hem de komik bir olay yaşadım. Almanca konuşmaya çalışırken görevli kadına „Ich habe eine Wohnung hier.” (Burada bir dairem var.) dedim. Ben Wohnung (daire) deyince kadının yaşadığı şaşkınlık ve gözlerinin kocaman olması bugün bile hala gözlerimin önünden gitmiyor. Daha sonra Wohnung’u Zimmer (oda) ile değiştirsem de kadın benimle çoktan İngilizce konuşmaya başlamıştı bile! Otele girmemle çıkmam bir oldu. Saat 4’ten sonra nereye gidebilirim, ne yapabilirim derken aklıma ünlü Alexanderplatz geldi.

Alexanderplatz’a giderken dikkatimi çeken ilk şey, bisiklet yollarının yaygın olması oldu. Tabii, o zaman Strazburg’dan bihaberim ve Çekya’da bisiklet yolları ve kullanımı pek yaygın olmadığından bu ilgimi çekti. Ayrıca, Berlin’in Çekya’dan daha soğuk olmasında hemfikiriz, öyle değil mi? Olomouc’da Kasım’dan beri kar yağmasına ve hava sıcaklığı genellikle eksi derecelerde olmasına rağmen, ilginç bir şekilde hava bence daha ılıman. Fakat Berlin – Spree Nehri’nden midir, yoksa kuzeyde olmasından mıdır, nedir – daha soğuktu.

Alexanderplatz’da beni şaşırtan ilk şey, Alexanderplatz’ın kendisiydi. Almanca ders alanlar bilir, kitaplarda hep buluşma noktası olarak Alexanderplatz geçer. Ben de bu yüzden orayı tarihi bir meydan veya İstiklal Caddesi gibi bir cadde olarak düşlemiştim. Fakat yirminci yüzyılda inşa edilmiş, sanayiyi temsil eden sönük bir meydan karşıladı beni. Fakat, kimin umrunda, Berlin’deyim ya! Almanca Weltzeituhr dedikleri dünya saatini inceledikten sonra yanı başımdaki Weihnachtsmarkt’ı ziyaret etmeye karar verdim. O dönem covid kuralları sıkı olduğunda açık havada kurulmuş bu Noel pazarına aşı belgemi ve pasaportumu göstererek girdim. Hem açtım hem de üşüyordum. Fakat bolca Currywurst’un satıldığı bu markette yiyecek bir şey bulamadım, bulabildiklerim de pahalıydı. Ben de içimi ısıtmaya karar verdim. Bir glühwein standına yaklaşarak alternatiflere bakmaya başladım ancak glühwein’ın Viyana’dakinden daha pahalı olması (5 avro) beni şaşırttı. Ben Berlin’i ucuz bir şehir sanırken Viyana’dan farkının olmadığını yavaş yavaş fark ediyordum.

Elmalı bir glühwein’a bardağıyla beraber 7 avro verdim ve hayatımda bugüne kadar içtiğim en güzel glühwein’ı yudumladım. Kokusu ve tadı hala dilimin ucunda. Bardağı da çok beğendiğim için geri götürüp 2 avroyu almak istemedim ve Alexanderplatz hatırası olarak saklamaya karar verdim. Bir de resimde göreceğiniz Schneeball (kar topu)’lardan bir tane aldım. Görünüşü çok güzel olduğu için aldandım fakat tadı hayal kırıklığıydı. 🙁 Buradan nereye gidebilirim diye düşünürken kardeşim Emre ile sürekli dillendirdiğimiz, Türklerin ünlü mahallesi Kreuzberg’e gitmeye karar verdim.

Ve işte Kreuzberg Merkezi… Aslında Kreuzberg bölgenin adı. O yüzden, bu caddeyi bulana kadar Kreuzberg’in farklı sokaklarında buldum kendimi. Ve burası gerçekten de Türkiye’den bir kesit. Bir şey hariç. Kreuzberg Merkezi’ne girerken beni karşılayan kumarhaneler. Fakat bunun dışında dükkanlarda Almanca tabela olmamasından, herkesin Türkçe konuşmasına, yerlerdeki çöplerden laf atan, rahatsız eden erkeklere kadar güzel ülkemden bir kesit. Caddeyi dolaşırken de Berlin’de veya genel olarak Almanya’da yaşayanların Türkiye özlemi hiç çekmeyeceklerini düşünüyorum. Zira ben Çekya’da doğru düzgün Türk yemeği bulamazken Berlin’de ve Kreuzberg’de kumpirden yeni nesil lokmaya kadar her şey mevcut. Metro istasyonlarında kısır bile satılıyor. Kreuzberg’de bolca Türk yemeği ve Türk gördükten sonra bir dönercide karar kılıp karnımı doyurmak istedim. Hiç planlamadığım halde dükkâna girip ağzımdan İngilizce cümlelerin dökülmesiyle yabancı taklitti yaptığım dükkânda hikâye şöyle devam etti:

-Merhaba! Döner alabilir miyim? (Döner derken Türk olduğum anlaşılmasın diye r’yi ağzımda yuvarlıyorum. Bu sırada aşı kartıma baktılar ama Allah’tan detaylı incelemediler ve ben de bu oyunu sürdürme imkanına sahip oldum.) Siparişi verip yerime oturduktan sonra İngilizce bilen ve dükkânın müdavimi olduğu anlaşılan bir Türk soru sormaya başladı.

-Nerelisiniz?

-Çekyalıyım.

-Çekya mı? Ben daha çok Bulgaristan diye düşünmüştüm. (Doğru tespit dayıcım, kutlarım!)

-Evet. Siz Türk müsünüz?

-Evet, Türk’üm. Türkiye’ye hiç gittiniz mi?

-Evet. İstanbul’a bir kere gitmiştim. Siz İstanbullu musunuz?

-Hayır, İzmirliyim. İzmir’i duydunuz mu?

-Evet, duydum.

-Çekya’da birkaç kez bulundum. Çok güzel ülke. Siz hangi şehirde yaşıyorsunuz?

-Prag. (Soruları yanıtlarken bir yandan çantamdaki Türkçe rozetleri görmesinler diye çantamı saklıyor, bir yandan da pasaportumu göstermemi gerektirecek bir durumun içine düşmemek için dua ediyordum.)

-Prag çok güzel. Ben gezdim oraları hep. Avusturya, Budapeşte. Çok güzel yerler.

-Evet, çok güzel.

-Öğrenci misiniz?

-Evet.

-Lise, üniversite?

-Yüksek lisans.

-Yüksek lisans mı?

-Evet. Yirmi beş yaşındayım.

-Yirmi beş mi? Ben en fazla on dokuz, yirmi derdim. (Hangi milletten olursam olayım küçük gösterme problemi -yahut nimeti- peşimi bırakmıyor!)

-Ne okuyorsunuz?

-Avrupa Birliği. (O sırada boş döner tabağını almaya gelen adam bana çay içmek ister misiniz diye sordu. Ben de, “O ne ki!?” deyince. “Turkish tea,” dedi ve bir bardak getirdi. Ahh, çay! Allah’ım çayı ne kadar özlemişim! Dört aydır ağzıma kötü demlenmiş bir çay bile sürmemiştim. O yüzden, keyfini çıkara çıkara içtim.)

-Buralarda gezerken dikkat edin. Çok hırsızlık oluyor.

-Teşekkür ederim, edeceğim.

Böylece çantamı saklaya saklaya, Türk olduğumu son anda çakmasınlar diye tedirgin tedirgin ayrıldım dönerciden. Bunu niye yaptım, bugün bile bilmiyorum. Her şey dükkâna ilk girdiğimde İngilizce konuşmamla başladı. Ben de kendimce bir oyun oynadım. Ama yazarken fark ettiğim bir şey var ki, bu anı sanki Dostoyevski’nin bir kitabından alınmış gibi duruyor. Sizce de öyle değil mi? Hangi Dostoyevski karakteri yapardı bunu? Raskolnikov yapmazdı herhalde. Prens Mişkin veya Yeraltından Notlar’ın hasta adamı daha uygun sanki. Evet, evet; bunu kesin Budala yapardı! Böylece bu hikâye ile Dostoyevski romanlarına yaraşır bir karakter olmaya daha da yaklaştığımı anlıyorum ve bundan gizli bir mutluluk duyuyorum.

Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla rotamı Museuminsel’e çevirdim ve burada Berliner Dom’la karşılaştım. Hedefim buradan DDR, yani Deutschen Demokratischen Republik, müzesine gitmek olsa da buradaki heykellere, atmosfere ve binaların güzelliğine hayran kaldığım için Museuminsel’de uzunca vakit geçirdim.

Daha sonra Doğu Almanya’daki hayatı anlatan objelerle, resimlerle ve videolarla ziyaretçilere anlatan DDR Müzesi’ne gittim. DDR Müzesi’nde en çok şaşırdığım şey, komünist Almanya’da plajlara çıplak girilmesi oldu. Diğer bilgilere üç aşağı beş yukarı vakıftım, fakat bu, benim için yeni bir bilgiydi. Hatta ikinci dönem Strazburg’daki Alman sınıf arkadaşıma bu müzeye gittiğimden bahseder bahsetmez bana müzede en çok dikkatimi çeken şeyi sordu. Ben de “Doğu Almanya’da plajlara çıplak girilmesi,” dedim. Bu cevabın üzerine “Tahmin etmiştim!” dedi arkadaşım. Demek ki bu duruma şaşıran sadece ben değilim. Soğuk Savaş’tan sonra dünyaya gözlerini açan pek çok Alman genci de benin gibi düşünüyor.

DDR Müzesi’nden öğle saatlerinde ayrılıp Brandenburg Kapısı’ın yolunu tuttum. Brandenburg Kapısı’nın az ilerisinde ise beni Almanya Meclisi karşıladı. Görkemli ve tarihi bir binaya sahip olan Meclis’in etrafında pek fazla güvenlik önlemi yoktu ve ön cephesinde şu yazıyordu: Der Deutschen Volke (Alman halkı).

Buradan da Holocaust-Mahnmal, yani, Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı’na doğru yol aldım. Anıta doğru yürürken Hannah Arendt Sokağı’ndan geçtim ve görünce insanın tüylerini ürperten, içinde yürürken ise bir labirentte gibi hissettiren bu anıtta zaman zaman kendimi kaybettiğimi hissettim. Anıtlar o kadar uzundu ki, bunların her birinin katledilen Yahudileri temsil ettiğini bilmek içimi daha da acıtıyordu. Anıtta dolaşan inanların bir var olup bir kaybolması, sessizlik ve soğuk taş duvarlar, İkinci Dünya Savaşı’nın mirasını başarıyla yansıtıyordu.

Nihayet son durağım olan Checkpoint Charlie’ye gittim. Burası Batı ve Doğu Berlin arasındaki en ünlü geçiş noktalarından birisiymiş zamanında. Zaten çok yakınından da Berlin Duvarı geçiyor. Birkaç fotoğraf çekip vakti zamanında bu kontrol noktasından geçen insanları zihnimde canlandırırken karnımın guruldamasıyla kendime geldim. Bence güzel bir falafeli hak etmiştim. Sonrasında ise Radhit’le buluşup bir kez de Berlin’de vedalaşacaktık.

Radhit’le Alexanderplatz’da buluşup Noel Pazarı’na gittik ve o lezzetli glühwein’dan içtik. Tadıyla beni mest eden glühwein, Radhit’i de etkilemişti. Birlikte kısa ama dolu dolu bir zaman geçirdikten sonra vedalaştık.

Berlin’deki son günümde ise ajandamda East Side Gallery (Doğu Yakası Galerisi) ve Anne Frank Müzesi vardı. East Side Gallery, Berlin Duvarı’nın uzantılarından biri ve ressamların yaptığı çeşitli resimlerle dolu. Her biri çok etkileyici olan ve bin bir anlam içeren bu resimlere ne yazık ki yeterince vakit ayıramadım. Bunun nedeni hem duvarı seyretmek için yeterli alanın olmaması çünkü hemen yanından otoyol geçiyor hem de havanın çok soğuk olmasıydı. Galiba hayatımda ilk kez burada, ayak parmaklarımı hissetmeyecek kadar üşüdüm. Ama yine de birkaç güzel kare yakalamayı başarmışım:

Isınmak için Berlin’de pek çok yerde gördüğüm Einstein Kaffee’ye girdim ve sonrasında Anne Frank Müzesi’ni ziyaret edip tekrar Museuminsel’in yolunu tuttum. Berlin’deki son günümde son kez Berliner Dom’u ve Brandenburg Kapısı’nı görmek istiyordum. İşte bu sırada bu yazıya adını veren olay yaşandı. Museuminsel’e gitmek için otobüs beklediğim sırada bir adam yanıma yaklaşıp „Du hast schöne Augen!“ dedi. Yani, Türkçesi: Güzel gözlerin var. Bu cümle üşümekten titreyen vücudumu ısıtmaya, üzümü güldürmeye ve birkaç gün iyi hissetmeme yetti. Berlin’den iltifatlar duyarak ayrılıyordum.

Berlin’deki son günüm ise kar yağışıyla noktalandı. Gün boyunca hava o kadar soğuktu ki, karın yağmasına şaşırmadım. Ama Berlin’e karla veda etmek Berlin’in benim gibi kışa âşık olan birisine verebileceği en güzel hediyeydi.

Yazımı noktalarken Berlin’de en çok hoşuma giden şeyi anlatmak istiyorum: Ampelmann, yani Ampül adam. Bu ampül adamın görüntüsü Doğu Berlin’de ve Batı Berlin’de farklı. Ama Berlin’i ikiye ayıran duvar o kadar ince ki sadece yolun karşısına geçtiğimde bile bölge değiştiriyordum. Ne yazık ki Berlin’den aldığım Ampelmann rozetini Paris’te kaybettim. O zaman Berlin’e bir daha gidip bir sürü Ampelmann rozeti almak gerek.

Yorum bırakın