Öncelikle başlığın ne anlama geldiğini ve neden bu yazıda Berlin’den önce Berlin’e giden yolu okuyacağınızı anlatmam gerek. Başlıkta “Berlin 89 – Berlin’den önce” yazıyor. Bu yazıyı kafamda Berlin’deki anılarımı anlatacağım tek bir yazı olarak tasarlamıştım. Ama sonradan fark ettim ki anlatacak ne çok şeyim varmış. Ve dedim ki kendime herhangi bir kelime sınırım olmadığına ve bu siteye yazmak için para verdiğime göre, neden okuyucu sıkmamak için kısa yazmaya çalışıyorum ki! Benim tek bir amacım var: yazmak. Zaten “Ben buradayım ey okuyucu, sen neredesin?” diye de sormuyorum. Tarih eğitimimin bana öğrettiği yolu takip ediyorum: Birileri okusun diye yazmıyorum, sadece yazmak istiyorum. Tabi bunları günlüğüme yazmayı da tercih edebilirdim. Eğer bu site için yazıyorsam, o zaman birileri okusun diye yazıyorum!
Bu yazıyı aslında Mart ayında paylaşacaktım. Geldiğimiz noktada iki aylık gecikmenin tek ama tek müsebbibi benim. Zira zamanımı har vurup harman savurmaktan bir türlü vaz geçemiyor, sonra da bitmek bilmez bir döngünün, yoğunluğun ve stresin içinde buluyorum kendimi. Mütemadiyen sürekli derslerle meşgul olmaktan bahsetmiyorum. Ancak yapmam gerekenleri zamanında yapmayıp, boş yere zamanımı çarçur edip sonra yazmaya zaman ayıramamak ruhuma müthiş bir ıstırap veriyor. Şairlerin izini takip edecek olursam, yazmayı sevmeye onu ihmal etmek de dahil mi? Ya da ben yazmayı seviyorum diye yazmak da beni seviyor mu? Sevsin ve yahut sevmesin, anlatmaya başlıyorum!
Efendim, aylardan Aralık. Noel gelmiş, çatmış. Olomouc’da (Okunuş: Olomots) inşası haftalar süren Noel çadırları kurulmuş. Biz ders aralarında, derse giderken punch veya glühwein denilen ve Olomouc’un kışında içimizi ısıtan ancak Hakça haram kılınan ve sağlığa zararlı olan bu lezzetli içeceğin tadını çıkarıyoruz. Sıcak şarap diyebileceğimiz bu lezzeti içine farklı içkiler ve meyveler ekleyerek de içebilirsiniz. Eklediğiniz içkiye ve meyveye göre fiyatı değişir ve Olomouc’da bardağını 2 Avro’ya; Prag ve Viyana’da 4-5 Avro’ya satın alabilirsiniz.


Avrupa Hukuku ve Uluslararası Hukuk, Avrupa’nın Kurumsal Yapısı ve Orta Avrupa ve Avrupa Birliği derslerinin sınavlarını, paper’larını ve sunumlarını bitirmiştik. Bu bitişi önce yüksek lisans programından arkadaşlarımızla gittiğimiz burgercide kutladık. Olomouc’da burgercilerin lezzetli olduğunu söyleyebilirim. İstanbul’da çok iyi burgerciler var ama Olomouc bu konuda beni tatmin etmişti. Özellikle vegan ve vejetaryen burgerlerde çok fazla çeşit mevcut.


O burgerciden geriye benim için çok özel ve aynı zamanda komik de olan aşağıdaki fotoğraf yadigar kaldı. Fotoğrafta ben, Haruka ve Radhit Çekçe anlamadığımız için bize burgerleri İngilizce anlatan kadını dinliyoruz.

Sonra da yurtta (Neředín IV A) Haruka’nın Bratislava’dan aldığı (bu sitede bir gün Bratislava’yı da yazacağım) Eiswein’ın tadına bakarak kutladık. Çünkü Haruka bu nadide şarabı aldığında sınavlar bittiğinde açacağını söylemişti. Sınavlar bitmiş miydi? Hayır, sadece kısa bir mola verilmişti. Ben ve Radhit içki uzmanı arkadaşımız Haruka’nın öve öve bitiremediği, 10 Euro’ya aldığı için çok mutlu olduğu – çünkü fiyatların Japonya’da 60 Euro’ya kadar çıktığını söylüyor – bu şarabın tadına ilk kez baktık. Eğer hala denemediyseniz, bir an önce için çünkü insan, bu lezzeti tatmadan dünyadan göçmemeli.
17 Aralık’tan itibaren başlayacak Noel tatilinde uzun bir süredir gezmeyi unutan ve bir yandan sınavlar ve bir yandan Fransa’ya gidiş, yurt bulma, vize başvurularıyla uğraşan ben, bu gece son kez üçlü bir şeyler yapmanın verdiği hüzünle doluydum. Çünkü Haruka Viyana’dan başlayarak Avusturya’yı keşfedeceği bir geziye, Radhit de Berlin’den başlayarak uzun bir Orta ve Kuzey Avrupa seyahatine çıkıyordu. Haruka’yı Olomouc’dan ayrılmadan önce görecektim ama Radhit ben Fransa’ya gittikten sonra dönecekti. İşte o gece Haziran’da Krakow’daki Intensive Programme (Yoğun Program)’dan önce (evet, tekrar buluşmamıza sadece 19 gün kaldı) üçlü son görüşmemiz olduğunu düşündüğümüz için fotoğraf çekilmeyi ihmal etmedik (bu fotoğraf aşkı bana Haruka’dan geçti!). Pijamayl karşınıza çıkıyorum, kusura bakmayın:

Sabah erken uyanacağımız için erkenden yattık. Çünkü ben Viyana’ya Fransa vizesini almaya gidiyordum. Haruka da bana eşlik edip Viyana’dan sonra Hallstadt’a gidecekti.
Viyana’ya yine trenle gittik. Bu sefer RegioJet değil, České dráhy ile. Viyana’ya üçüncü gelişimde artık yollar, metrolar benden sorulur gibi bir havam vardı. Haruka’ya pek çok konuda yardım ettiğimden “burada abla sensin,” bile dedi. Ve konsolosluktaki randevum saat 12.10’da olduğundan marketten sandviç (çünkü Viyana çok pahalı) ve Starbucks’tan kahve aldık. Zannediyorum ben Viyana’nın eşsiz lezzeti olan Melange‘ı tercih ettim. Ama o dönem Avusturya yeni yıldan önce koronavirüs tedbirlerini arttırdığından hiçbir mekanda oturmak mümkün değildi. Ve bu yüzden kahvaltımızı soğuk ve rüzgârlı bir günde soğuk bir taşın üstünde oturarak Viyana’daki opera binasına karşı yaptık.


Konsolosluğa gitmeden önce Kärtner Straße (Sokağı) boyunca yürüyüp Aziz Stephan Katedrali’nin yanında kurulan Weihnachtsmarkt (Noel pazarı) civarında zaman geçirdik. Fakat açık alandaki bu pazara girmek için bile aşı kartı soruluyordu. Şimdi, sanki o günler yıllar öncesinde kalmış gibi geliyor bana. Şu an maskeyi ve koronavirüsü öyle çıkardık ki hayatımızdan ben bile kalp hastası olmama rağmen market ve nadiren bindiğim toplu taşıma haricinde maske takmıyorum. Hatta bazı kişilerin maske takanlara şaşkınlıkla baktığını da gözlemlemek mümkün. Altı ayda dünya çok çabuk mu değişti yoksa biz her koşula hemen adapte mi oluyoruz bilmiyorum. Hayatımızdan iki sene çalan ve sanki o iki seneyi hiç yaşamamış gibi hissettiren bu virsüten korkmamayı çok çabuk öğrendik. Belki iyi oldu belki de kötü. Ama bence insanlığın her koşula bu kadar çabuk alışması takdire şayan.




Buradan ayrılıp Haruka ile Fransız konsolosluğunun yolunu tuttuk. Bu konsoloslukta çok kötü anılarım var ama o, başka bir yazının konusu olacak. Vizemi o mendebur heriften aldıktan sonra dışarı çıktım. Bir de ne göreyim, Fransa’daki yurttan e-posta gelmiş ve yurt sözleşmemi 1 Şubat’tan itibaren başlatıyorlar. Ama ben hızlandırılmış dil kursuna gideceğim için (hayatımda aldığım en yanlış kararlardan biriydi) Ocak’ın başından itibaren sözleşmemin başlamasını istemiştim. E-postalar, e-postaları kovaladı ve nihayetinde öğlen saat üçe kadar tüm belgelerimi gönderirsem yurtta Ocak’tan itibaren kalabileceğimi söylediler.
Öğlen üç mü! Koştur koştur çıktı alabileceğim bir yer aradık. Bu sırada önüme gelen tramvaya atlayıp Haruka’yı arkada bıraktım. Fotokopiciyi bir avm’nin içinde buldum. Sonra da bir kalem aldım. Bu sırada Haruka geldi ve herhangi bir kafe’ye oturma imkânımız olmadığından belgeleri avm’lerde avm’nin krokisini gösteren ekranın üzerinde doldurduk. Tam her şeyi hazırladım ve gönderdim derken bu sefer de yurt için sigorta yapmam gerektiğini öğrendim. Bursumdaki sigortam konutu da kapsamasına rağmen Fransa’ya özgü bir kuraldan dolayı Fransa’da öğrenci yurtları için bir sigorta yaptırmam gerektiğini öğrendim. O gün yanlış hatırlamıyorsam 17 e-posta gitti geldi görevli kadın ile aramızda. Bunlar benim tarafımdan İngilizce, onun tarafından Fransızca yazılıyordu. Google Çeviri’yi kim bulduysa Allah razı olsun diye içimden geçirirken bir yandan da İngilizce bildiği halde Fransızca e-postalar gönderen bu Fransız kadına karşı sinirleniyordum. Halbuki gerçeğin böyle olmadığını, Fransızların İngilizce konuşamadığını nereden bileyim…
Tüm bunlar olurken Viyana’dan ayrılma vakti geldi. Haruka tüm centilmenliğiyle beni perona kadar uğurladı ve bu sefer RegioJet’e binerek Viyana’dan ayrıldım. Trende bile e-posta gönderdikten sonra sonunda sigortayı birkaç gün içinde yapıp göndereceğim diyerek kadını ikna ettim. Birkaç saat içinde Olomouc’a gidip çok sevgili Gökhan Hocam, eşi ve Erasmus öğrencisi Aleyna ile yemek yiyecektim. Her zamanki gibi trenden Brno’da (Çekya’nın ikinci büyük şehri) inip Olomouc’a giden RegioJet otobüsüne bindim.

Dün geceden beri kafamda dönüp dolaşan Berlin’e gitme düşüncesiyle geçti yolculuğum. Eğer arkadaşlarım Olomouc’da olmayacaksa benim çok sevmeme rağmen bu şehirde yalnız olmamın bir anlamı yoktu ki. Bi’ yerlere gitme fikri hep vardı kafamda ama neresi olduğuna karar veremiyordum. Aslında önceden bu tatilde teyzeme, Frankfurt’a gitmeyi düşünmüştüm. Ama Frankfurt’a sekiz saatte dört veya beş aktarmayla gidebileceğimi fark edince bu fikirden vazgeçtim.
Aslında Alper’le aylar öncesinden Noel tatili için Berlin’e gitme planı yapmıştık. Enka’nın Noel tatili hafta sonu ile birleşiyordu ve biz Berlin için gerekli her şeyi ayarlamıştık. Ama ne yazık ki liranın değer kaybından dolayı hem oteli hem de uçak biletini iptal etmek zorunda kaldık. İşte, Türkiye, benim güzel ülkem bana, ondan uzakta dahi olsam acı veriyor. Her birimizin hayatlarını olumsuz etkilemeye ve herhangi bir Avrupalı gencin çaba sarf etmeden sahip olduğu hayatı bize sadece hayallerimizde yaşamamız için zemin hazırlamaya devam ediyor. Hayallerimizi sadece yurt içinde değil, yurt dışında da yıkıyor, planlarımızı alt üst ediyor. O dönem Alper’le Whatsapp’da konuştuğumuz şeylere baktım. Sadece ekonomi. Doların ve Avro’nun kaç lira olduğundan bahsedip ülkenin bu zamanında genç olduğumuz için üzülmüşüz. O dönem arkadaşlarım da bana Türkiye’de neler olduğunu soruyordu. Ve ben ülkem adına utanarak, sinirimi ve öfkemi gizleyemeden, hatta bazen gözlerim dolu dolu (çünkü Türkiye beni çok üzüyor) tek bir kişiyi ve onun kararlarının sonucunu anlatıyordum. O günden bugüne altı ay geçti. Biz daha da fakirleştik. Ve ben artık arkadaşlarımın bana ülkemle ilgili soru sormasından artık daha çok korkuyorum.
Alper’e biraz çekinerek Berlin’e gidersem üzülüp üzülmeyeceğini sordum. Çünkü bu plan bizimdi ve oraya yalnız değil, onunla gitmenin hayalini kurmuştum aylarca. Sonunda ondan da rıza alarak Berlin’e gitmeye karar verdim. Bunun için epeyce yeterli argümanım da vardı: Eğer dördüncü dönem Olomouc’a dönmezsem bu Berlin için son şansım olabilirdi çünkü Berlin, Strazburg’dan çok uzaktı. İkincisi Berlin, Prag’a 4 saat uzaklıktaydı ve bilet fiyatları uygundu. Üçüncüsü Berlin, Viyana kadar pahalı değildi (şimdilik ben öyle sanıyordum). Ve sonuncusu Radhit oradaydı! Bu kadar kısa bir zamanda nasıl bu kadar yakın arkadaş olduk bilmiyorum ama hem Radhit’le hem de Haruka’yla kimyalarımız uyuşmuş, adeta can ciğer kuzu sarması olmuştuk. O yüzden ona bir kez de Berlin’de veda etmek istedim.
Gökhan Hoca, eşi Semra Hoca ve Aleyna ile yediğim verimli ve güzel bir akşam yemeğinin ardından yurda dönüp Berlin için kalacak yerimi ayarladım ve tren biletini aldım. Annemlere arkadaşlarımla gideceğimi söylemiştim ama tek başıma dört günlük bir tatile çıkıyordum. Heyecanlıydım. Çünkü her Almanca öğrenen öğrenci gibi bende de Berlin’in yeri ayrıydı. Kitaplardaki alıştırmalarda ismini sıkça duyduğum Alexanderplatz’ı canlı görecektim ve Almanca seviyemi test edecektim.
Ertesi gün Radhit’le son kez Olomouc’da hep gittiğimiz o kahveciye gittik, punch içtik, Noel pazarını ziyaret ederek langos yedik (Macaristan’a has bir lezzet. Kısaca; kocaman bir kolaç ve üstüne dilimlenmiş kaşar peyniri ve isteğe bağlı sarımsak, mayonez veya ketçapla yiyebileceğiniz bir hamur işi) ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.




Yazının devamı kısa bir süre içinde burada olacak. Berlin’de yalnız olduğumdan kolumun erişebileceği uzaklıktan kendimi çektiğim fotoğraflarımı paylaşacağım bir sonraki yazıda. O yüzden aşağıya Berlin’de çekildiğim nadir fotoğraflardan birini bırakıyorum.

“Berlin 89 – Bevor Berlin” için bir yorum