Bu blogdaki ilk yazımın ne olacağını düşünürken aklımdaki birkaç konudan hiç şüphesiz bir tanesi öne çıktı: Bohemya İsviçresi’ne doğru çıktığım benzersiz ve sürprizlerle dolu yolculuğum.
Burada gereksiz ayrıntılara değinerek okuyucuyu sıkmayacağım zira hemen her internet sitesinde bulabileceğiniz bilgileri vermek değil amacım. Ben; kendi yolculuğumu anlatmak, biraz olsun hissettiklerimi aktarmak ve yazılı bir eser bırakma derdindeyim. O zaman başlıyorum!
Evvela burayı kimden öğrendin diye sorarsanız, cevabı basit: Çekya’nın Brno şehrinde bir dönem Erasmus öğrencisi olarak okumuş Boğaziçi Üniversitesi’nde tanıştığım yakın bir arkadaşımdan.
Çekya’da olduğumu Instagram’da paylaştığım hikâyelerden fark eden arkadaşım, 28 Eylül’de (Çekya’da o gün Aziz Wenceslas ve Devlet Günü olması dolayısıyla resmî tatil) hocalarımızla birlikte Kroměříž şehrine doğru çıktığımız yolculuk esnasında bana ulaştı ve Çekya’da yaşam ve gezilecek yerlere dair pek çok öneride bulundu. Bunların arasında Böhmische Swiss de vardı. Ziyaret için en güzel zaman ya güzün ya da baharda diye de ekledi.

Peki, bu yolculuğumuz nasıl başladı? Küçük ve güzel şehir Olomouc’un (Okunuş: Olomots) sakin yaşamına özellikle hafta sonları dayanamayan ben, benim gibi büyük şehirde yetişmiş ve Olomouc’da en sevdiği yerin hlavni nádraží (tren istasyonu) olduğunu söyleyen Endonezyalı arkadaşım Radhit’i Çek İsviçresi’nden haberdar ettim. Ve bunun için en doğru zamanın 28 Ekim’deki Bağımsız Çekoslovak Devlet Günü’yle başlayacak beş günlük tatilimiz olduğunu kararlaştırdık.
Önce Olomouc’dan Praha’ya olan klasik yolculuğumuzu gerçekleştirdik ve Prag’daki otelimize, Volha’ya yerleştik. Prag’da gitmek isteyenlere, özellikle öğrencilere, Volha’yı tavsiye ederim. Şehir merkezinden uzakta olmasına rağmen metro veya otobüsle ulaşabileceğiniz bir konumda; ucuz ve güvenli bir yer.
Prag’da bir gün kalıp resmî tatil dolayısıyla ücretsiz olan Ulusal Müze’yi ziyaret ettikten sonra 29 Ekim sabahı České dráhy (Çek demiryolları) ile Almanya sınırındaki Děčín şehrine doğru yola çıktık.

Yaklaşık bir buçuk saat sonra küçük ama doğa harikası, Elbe Nehri kıyısındaki Děčín şehrine ulaştık ve şehir merkezinden Bohemya İsviçresi’ne kalkan tıka basa dolu otobüslerden birine bindik. Otobüs çok kalabalıktı. Hatta Japon arkadaşım Haruka’nın dışarıda kaldığını görünce kolundan çekerek onu zorla otobüsün içine aldığımızı hatırlıyorum. 98S ve metrobüslerde ömrü geçmiş biri olarak pek çok kişiyi bu konuda cebimden çıkartırım, bilirsiniz! Çekya’da yaptığım ilk ve son tıka basa otobüs yolculuğundan geriye Haruka’nın çektiği şu fotoğraf kaldı:

Otobüsten adını bilmediğim bir durakta indik. Çünkü bu işlere Radhit bakıyordu ve biz, tamamen ona ve onun harita kullanma yeteneğine teslim olmuştuk. Uzun ve yükseklere tırmanacağımız yolculuğumuza başlamadan önce bir çardakta oturduk; Radhit sigarasını yaktı, ben Alper’e mesaj gönderdim, Haruka ise asla yanından ayırmadığı iPad’iyle baş başa kaldı.
Belki bu kısımda Çeklerin doğa yürüyüşü yapmayı ne kadar çok sevdiklerinden bahsedebilirim. Olomouc’da hemen her gün yürüyüş batonlarıyla çimlere, göle, doğaya giden yediden yetmişe bir sürü insan görüyordum. Üstelik sadece hafta sonları değil, hafta içi de! Bu yüzden burada da her yaştan insanın bizimle birlikte dağın tepesine tırmandığına şahit oldum. Děčín şehri Almanya’ya çok yakın olduğundan bu bölgede pek çok Alman turist de vardı. O yüzden yolculuğuma sağdan soldan duyduğum Almanca cümleler de eşlik etti.
Taşlı toprak yolda dağı tırmanırken kaç saat harcadığımızı hatırlamıyorum, ne kadar yol yürüdüğümüzü de. Tek derdim doğanın, sonbaharın tadını çıkarmak ve hemen her noktada durup güzün renklerine bürünmüş ağaçları fotoğraflamaktı:








Upuzun bir yolu bazen gülerek, muhabbet ederek, bazen yorulduğumuzda dinlenerek, sürekli acaba bu yürüyüşün sonunda nereye varacağız diye düşünerek geçirdik. Tepeye vardığımızda karşımızda heybetli bir kayalık beliriverdi. Hedefine ulaşmış bir insan ne kadar mutluysa, o kayalığı gördüğümde ben de o kadar mutlu olmuştum. Tırmanılacak daha yol vardı, ama işte başarmıştık, yol boyunca izlediğimiz bu doğa harikasını birazdan en yüksekten görecektik. İnsan kalabalığının arttığı bu noktada Olomouc’daki Endonezyalı grupla karşılaştık. Onlar da burayı Radhit’ten öğrenmişler ve gezmeye gelmişlerdi. Bu Endonezyalı grup o kadar aktifti ki yılbaşı gecesi Prag’da bile onlarla karşılaşmıştık!





Bu kayanın önündeki fotoğraf seromonisinden sonra – Haruka ve ben fotoğraf çekmeyi çok seviyorduk, Radhit’in ise durumdan hiç hoşnut olmadığı ve bizi beklediği için sıkılmaya başladığı her halinden belli oluyordu – tekrar yürümeye koyulduk. Yolun bu kısmından sonra ücret talep ediyorlardı. Çünkü doğanın bize sunduğu bu eşsiz manzara için bile para ödememiz gerekiyordu. Şu an düşünüyorum da post-komünist bir ülkede ne kadar da ilginç bir durummuş bu. Tabii, Çeklerin komünizmden ne kadar nefret ettiğini düşününce asıl ilginç olanın, bu duruma şaşırmak olduğunu söyleyebilirim. Burayı ziyaret etmek isteyenler için fiyatlar şöyle: 26 yaşından küçükler sanırım 1.5-2€ civarında bir meblağ ödüyordu. Giriş ücreti 26 yaşından büyük yetişkinler içinse 4€ civarındaydı. Neyse ki o dönem 25 yaşımın son aylarını yaşıyordum ve otuzuna merdiven dayamış Haruka ve Radhit’in sinirlerini bozacak derecede indirimden faydalanıyordum. 😃
Bu bölgede bir kafe-restoran vardı. Biranızı, kahvenizi veya acıktıysanız yemeğinizi alıp manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Tabii Çekya standartlarında fahiş fiyatlar öderim diyorsanız. Menüyü incelerken gözüme Türk kahvesi (Çekçe Turecka káva) de ilişti. Ama sunulacak içeceğin Türk kahvesinden başka her şeye benzediğine yemin edebilirdim. O yüzden, bence siz bir Çek birası içerek paranızı riske atmayın.
Burada küçük bir mola verdikten sonra yürümeye devam ettik ve nihayetinde en uç noktaya ulaştık. Bizi alabildiğince sonbaharın bin bir tonuna bürünmüş ağaçların üstünde parıldayan güneş ve masmavi bir gökyüzü karşıladı. Dünyada görülmeye değer ne çok güzellik var ve ben şu kısacık ömrümde hangilerini göreceğim, daha böyle kaç coğrafya keşfedeceğim diye düşünürken buldum kendimi. Böyle zamanlarda kendi varlığımın ve bedenimin ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu hatırlamak hem insan olarak yücelttiğim benliğimi sarsıyor hem de hayattaki tüm çabalarımın değersiz olduğu fikrini benimsememe yol açıyordu. Halbuki o çabalarım değil miydi şu an, bu noktada, bunları düşünmemi sağlayan. Bir de dünya bu kadar heybetli bir yerken nasıl oluyor da yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından biri oluyor?
Bunları düşünürken bir yandan da hareket alanımın izin verdiği ölçüde bu manzarayı fotoğraflamaya çalıştım. İşte onlardan birkaç tanesi ve Haruka’nın gözünden ben:






Dönüş yolu çok kısa sürdü. Dönerken en çok düşündüğümüz şey nasıl tekrar tren istasyonuna geri döneceğimizdi. Bir yandan bizi bekleyen sorunu seziyor gibiydik bir yandan da yaklaşık bir saat sonra yaşayacağımız sürprizden habersizdik. Eğer buraya kadar sıkılmadan okuduysanız şanslısınız çünkü en heyecanlı yere gelmek üzereyim.
Uzun süre otobüs bekledikten sonra gelmeyeceğini anlayınca yürümeye karar verdik. Dönüş yolunda otobüsün kalabalıklığından fark edemediğim ama göreni kendine hayran bırakan bir manzara vardı. Ne kadar yorulsam da bu manzara eşliğinde yorgunluğumu unutuyor ama artık bir an önce Prag’a dönmek için sabırsızlanıyordum.

Elbe Nehri’nin kıyısına ulaştığımızda şehir merkezine giden otobüslerin saatlerini öğrenmek için turizm danışma bürosuna girdik. Fakat görevli kadın bir sonraki otobüsün iki saat sonra olduğunu söyleyince hepimizin morali bozuldu. İki saat burada beklemek yerine şehir merkezine kadar yürümeyi yeğlerdim ama diğerleri bu fikre pek sıcak bakmadı. Ben otostop çekmeye başladım ama üç kişi olduğumuzu gören hiçbir araç durmuyordu. Başarısız denemelerimden sonra Haruka’dan bir ses yükseldi: iPad’im diyor ki eğer nehrin karşısına geçersek saat dörtte Děčín Hlavni Nádraží’ye doğru yol alacak bir trene binip geri dönebiliriz.
Bu fikri önce garip karşıladık fakat denemeye değerdi. Nehrin bir yakasından diğer yakasına gidip gelen botun yolcuları alacağı yere herkesten önce ben gittim, demiştim ya bir an önce buradan gitmek için sabırsızlanıyordum. Ama Radhit öyle yapmadı, botla ilgili bilgilerin yer aldığı tabelayı incelemeye başladı. Ve birkaç dakika sonra yanımıza gelerek karşı kıyının Almanya olduğunu söyledi!
Almanya mı!? Deminden beri baktığım, birazdan botla adım atacağım topraklar, Almanya toprakları mıydı! Bu kadar yakın mıydı? Yani, yıllardır dilini öğrenmek için çabaladığım, bir gün mutlaka gidip yaşayacağım dediğim, içten içe hep gıpta ettiğim ülke tam karşımdaydı. Heyecanımı ve sevincimi açıklayacak bir kelime bulamıyor, sadece cep telefonumla fotoğraf ve video çekerek bu önemli anı kaydetmeye çalışıyordum. Botun bir an önce gelmesini ve böylece ilk Almanya seyahatimi gerçekleştirmeyi sabırsızlıkla bekliyordum. Bizi Almanya topraklarına ulaştıracak aracımız Çek kıyılarına ulaşırken bir yandan da kaptanın Çek kronu ile yapacağımız ödemeyi kabul etmesini diliyorduk. Bot kıyıya yanaştığında tahmin edersiniz ki ilk ben bindim. Ve kişi başı kırk Çek kronu ödedik (yaklaşık 1.5€).
Sadece 1.5€’ya ülke değiştirdiğimize inanmıyordum! Bizim için ne kadar da ütopik bir durum, değil mi? Sınırların duvarlarla ve tellerle örüldüğü bir coğrafyadan gelen birisi için, pasaport kontrolüne bile gerek duyulmayan bu topraklar ne kadar farklıydı. Sanki Schengen Bölgesi’nden hiç haberim yokmuşçasına bunu ne zaman düşünsem hayret ediyorum. O gün de bu duruma çok şaşırmıştım. Almanya’ya yapacağım ilk seyahatin böyle olacağını hayatta tahmin edemezdim. Doğa yürüyüşü diye başladığımız yolculuğun böylesine güzel bir sürprizle bitmesi, sadece benim için değil, Radhit ve Haruka için de unutulmazdı. Daha önce Almanya’yı ziyaret etmişlerdi ama bu türlü bir ziyaret onlar için de farklı bir deneyimdi ve benim heyecanıma tanık olmanın mutluluğunu yaşadıklarını gözlerinden okuyabiliyordum. O an yanımda Alper’in olmasını çok isterdim. Böylesine güzel bir anı, onunla daha da güzelleşecek ve unutulmaz bir hal alacaktı.
Heyecanımı o kadar gizleyemiyordum ki her bir kareyi fotoğraflamak, zihnime kazımak için çaba sarf ediyordum. Bu yüzden tüm fotoğraflarda ağzım kulaklarımda çıkmışım.





Peki, Almanya’da ilk seyahat ettiğim yerin adı neydi? Saksonya eyaletinde yer alan Schöna kasabası! Evet, Almanya’da ilk ziyaret ettiğim yer burası. Bundan sonra biri bana Almanya’da ilk nereyi ziyaret ettin diye sorduğunda alacağı cevap bu olacak. 😃
Bottan inip tren istasyonuna gittiğimizde kalkmak üzere olan trene binerek Děčín Tren İstasyonu’na geri döndük. O gün toplam 17.22 kilometre yürümüşüz. Prag’a vardığımızda çok yorulmuştuk ama bu yorgunluk her şeye değerdi.

“Bohemya İsviçresi” için bir yorum